Quantcast
Channel: Konuk Yazar
Viewing all 47 articles
Browse latest View live

Yürüyüş - Davut Kuyucu

$
0
0
Yürüyüş - Davut Kuyucu

YÜRÜYECEKSİN!..

HAK ve ADALET İÇİN! 

BİZİM İÇİN!

ASSUBAYLAR İÇİN!

YÜRÜYECEKSİN!

Sen yürüyeceksin! Biz seni takip edeceğiz. 

Hakları gaspedilmiş bir milyon için,

Bu yolda beli bükülmüş emekli için, 

Hakları yenmiş ebediyete intikal edenler için,

Kışlalarda küfür edilen gençler için, 

Keyfi emirlerle yaşamları ellerinden alınan,

Bedri Naim için, Gökhan Yıldırım için,

İntiharlarla yitip gidenler için, 

Şehit ve Gazilerimiz için, 

Yani bizim için başkanım

YÜRÜYECEKSİN! 

Sen yürüyeceksin biz peşinden geleceğiz. 

 
Davut KUYUCU

E. J. Asb. Kd. Bçvş.


“Prangalı Düşler” Film Oluyor

$
0
0
“Prangalı Düşler” Film Oluyor
Değerli Arkadaşlarım,
 
Çok uzun bir süredir üzerinde senaryo çalışmalarının devam ettiği ve nihai hedefim olan Astsubay’ın kim olduğunu görsel olarak ülke insanına anlatacak olan sinema filminin çekimlerine, Allah’tan bir şey olmazsa bayram sonrası başlıyoruz.
 
Allah’ binlerce şükür olsun ki, bu amacıma nihayetinde ulaşacak olmanın onur ve gururunu taşıyorum.
 
Sinemanın gücünü sanıyorum ki bilmeyenimiz yoktur. Bir defa görmenin yüz defa okumaktan daha etkili olduğunu hayatımız boyunca gördük.
 
Bu amacıma ulaşmak için bana en büyük desteği veren ve her zaman olduğu gibi bizi doğru kişilerle buluşturan başta, Sn. Sami İNAN abime çok teşekkür ediyorum.
 
Yine süreçte beni bu konuda her daim destekleyen, devam et yanındayım diye cesaretlendiren; Sn. Selçuk İÇER, Fikret PARLAK, Mustafa AYTAR, Halil ERGENLİ, Taner Haydar KOÇAK, Mustafa SADAKOĞLU, Ergun ÇİNE, Yasin ATLI, Sadi ÖZZEYBEK, Mesut ERTEGİ, Hüseyin Ufuk İPKIRMAZ, Ayhan ÇORAKÇI, Servet ULUTAŞ, Mahmut TAYMAZ, Cevdet – Derya SARIÇİÇEK, Sadık – Şenay ÇELEBİ, Ömer DÖNMEZ, Ali KANDEMİR, Betül Bayrak MORALI, Mustafa DEĞİRMENCİ, Nural ÖZKAN, Akif KİREÇ, K.Hayati ERGÜRBÜZ, Bülent DÖNERTAŞ,Burhan PİŞKİN, Libas – Mustafa ÇEĞİL, Lütfü YENİDOKUR,Tuncay ÇAĞLAYAN, Gökhan ATAMER, Derya – Gökhan ŞAHİNCİ, Muammer ÜSTÜNER, Bekir TÜLÜ, Ömer KISRURE, Hakan AK, Melih DÖNMEZ, Bayram Ali SERT, Rafet GÜRÜF, Şafak AYATA ve hatırladıkça adını sizlerle paylaşacağım dostlarıma binlerce teşekkür ediyorum.
 
Değerli Arkadaşlarım,
 
Ben bu uğurda bir tane çocuğuma bırakacağım 25 yıllık birikimimi heba ettim. Ama gördüm ki yetmedi, yetmiyor. Onun için sizlerin maddi, manevi desteğine ihtiyacımız var.
 
Çekimler, ERBAA ( TOKAT ) TOKAT, ARDAHAN, ADANA, POLATLI ( ANKARA ) ANKARA, İSTANBUL, İZMİR, CİZRE, SİLOPİ ( ŞIRNAK ) ŞIRNAK ‘ ta yapılacaktır.
 
Ciddiyet ve inanırlık noktasında kamuoyunda oluşturmaya çalıştığımız algı için, yetenekli arkadaşlarımıza da bahsi geçen il ve ilçelerde rol vermek istiyoruz. Kendine güvenen arkadaşlarımıza bu yönüyle de ihtiyacımız vardır.
 
Çekeceğimiz film de, toplumu katılımcı olarak çekmek amacıyla, popüler olan birkaç kişiye kısa da olsa roller verilecektir. Bunların arasında, Cem YILMAZ, Tolgahan SAYIŞMAN, Sn. Salim DEMİRATAR abimizin kızı Selin DEMİRATAR, Bergüzar KOREL ile görüşülmüş verilecek rollerle ilgi kendilerinden olur alınmıştır. Süreçte dahil edeceğimiz diğer ünlülerde olacaktır.
 
Biz hep övünüyoruz ya, yapamayacağımız hiçbir şey yoktur diye, işte şimdi herkes görecek bizim neleri nasıl yaptığımızı. Konuyu anlatacak bir tanıtım programını Sn. Selçuk İÇER ile birlikte katılacağımız bir program da sizlere sunacağız.
 
Ayrıca LANSMAN ( TANITIM ) için HİLTON veya SHERATON da yapacağımız tanıtım programına, siyasi ve askeri otorite ile, STK temsilcileri ve tüm Şube Başkanlarımzı davet edeceğiz. Yola çıktık ve biz bu yolun sonuna hep birlikte ulaşacağız.
Dava arkadaşlarım ve gönül dostlarıma en kalbi selam ve saygılarımla..
 
Sami Başkaya

Assubayları peşinden süründüren zihniyet yerli değildir

$
0
0
Assubayları peşinden süründüren zihniyet yerli değildir

Evrensel hukuk kaideleri ortada,

1982 Anayasası ortada, engel değil.

Yapılan işler, verilen hizmet, emek ortada,

Uzun süreli bir meslek, kimilerine göre yaşam tarzı,

Her şey açık ve seçik,

Öyleyse astsubay hakları neden veril(e)miyor?

Bunun altında ne var?

Neler dönüyor?

Maksat ne?

Sorun,

Ekonomi mi?

Yoksa siyasi mi?

Daha da ötesi, uluslararası mı?

Binlerce astsubay haksızlığa uğruyorum, diyerek

Askeri ve siyasi otoriteye müracaatlarda bulundu.

Sorunlarını yazılı olarak bir bir anlattı.

Dinlediler,

Dosyalar aldılar, üstlerine iletmek üzere.

Sözler verdiler meydanlardan “assubayların tüm sıkıntılarını çözeceğiz” diye.

Ordunun tüm yükünü üstlenmiş,

Sahada,

Eğitimde,

Zimmette,

Karargâh çalışmalarında,

Ve tüm bunları öylesine görünmez olarak yapmış ki,

Öyle bir alçakgönüllülük sergilemiş ki,

İşlerini icra ederken,

Ben yaptım, demediği için,

Hiç görülmemiş,

Çalışmalarını hep devretmiş üstlerine.

Dolayısıyla,

Hiç tanınmamış bazı yakın üstlerince de.

Eğer dış oyunların,

Siyaseten güçlü olmanın bir siyasi oyunu değilse,

Ve de; böl, parçala, huzursuz kıl, öyle yönet sistem mühendisliğinden gelmiyorsa, adaletsizlikler,

Assubaylar daha fazla sürüm sürüm süründürülmeden,

Oradan oraya paslaşmadan,

İlgililerce irade ortaya konularak,

Çözülmelidir artık tüm sorunlar.

Assubayları peşinden süründüren zihniyet bana göre, yerli de değildir

Ve assubaylarımız kadir kıymet bilmeyenlere, sürüncemede bırakanlara sorunları arz dönemini kapatmalı, haksızlığın devamı halinde yeni yöntemler ortaya koymalıdır artık.

Orhan KAYA

03/07/2016

Kaynak : Önce Kültür

Yuvaya Dönüş- Şükrü Irbık

$
0
0
Yuvaya Dönüş- Şükrü Irbık
image001

İçinde doğduğumuz her evin; yemek yediğimiz her sofranın; yaşadığımız her sokağın; her mahallenin, nahiyenin, şehrin; bir ruhu, tarihi, bir nidâsı, bir simgesi, bir farikası vardır bu memlekette. Tercih hakkımız yokdur başlangıçda. Ortak oluruz kaderine bütün bunların, iyisiyle kötüsüyle...

Her türden sayısız zenginliği, her çeşit güzelliği, her neviden eşşiz nimeti ile Allah’ın özenerek yaratdığı bir memleketin ahfâdıyız vesselâm. Hangi dağına gitsek, hangi yolundan geçsek, hangi çayını boylasak, hangi deresinde çimsek, hangi ağacına tırmansak, hangi pınarından su içsek, bir başka güzel!..

Kıymetini bilene birer ibret alâmeti olan bu eşsiz güzelliklerin hepsi Allah’ın bizlere bahşetdiği nimetlerdendir.

Yaradan’ın bizlere ihsan etdiği nice lütuflara ilave olarak mekânları unutulmaz yapan, farklılaştıran, insanın bakışını çelen, hafızasına nakşeden bir de insan marifetiyle vurulmuş mühürler, güzellikler vardır. Yontulmuş bir taş, bir pınar, bir bina, bir köprü, bir câmi, bir heykel...

Mekânları emsâlinden farklı yapan bu eserleri de sanatçılarımız hediye etmişdir bizlere.

Eşyayı benzerinden ayıran özelliğe farika denir. Yaşadığımız mekânları emsâlinden ayıran özelliğe geliniz biz de farika diyelim pek muhterem can dostlarım.

Yaşadığımız yeri tarif etmek için bazen sadece bir kelime yeter de artar bile... Karamürsel’de oturduğumuz binanın önünde kocaman bir ıhlamur ağacı vardı. Şimdi hâlâ yerinde mi acaba? Kimbilir kaç yaşında. Kim dikdiyse Allah razı olsun. “Yağmur yağar yeşil otlar bitirir, Yel esdikce kokuların getirir” demiş, “Dağlar” isimli şiirinde Karacaoğlan. İşte bizim sokakda da aynısı olurdu o senelerde. Vakdi gelince açdığı harika çiçekleriyle gözlerimizi okşar ve bütün sokağı aylarca mis gibi kesif bir ıhlamur kokusu doldururdu. Öteki mahallenin ahalisi bile yolunu biraz uzatmak bahanesiyle bizim sokakdan geçer ve ıhlamur ağacının o güzel rayihasını doyasıya çekerdi ciğerlerine. Bu sokağa niye Ihlamur Ağacı Sokağı ismini vermemişler, hâlâ merak ederim. Bizim sokağımızın farikası da işde bu ıhlamur ağacı idi.

Kömür desem, aklınıza ne gelir? Bakın, hemen tahattur etdiniz! Nereyi kasdetdiğimi bildiniz. Anıtkabir, ya da pişmaniye?.. Değil mi?.. Biricik bile özelliği, yani farikası olmayan bir tek çakıl taşı arasam şu memlekette, bulacağıma dair hiç umudum yok dostlarım. Biz astsubaylara yapılan tahakküme varan haksızlıkların zevâl bulacağına dair pek kuvvetli umudum vardır da bir farikası olmayan dulda bir yer bulacağıma dair hiç umudum yokdur. Arasam da bulamam, inanın... Hepsinin en az bir dane farikası var desem hani, geliniz, itimat buyurunuz şu Eski Tüfek bahriyeli fakire...

Burada ismini zikredemediğim köşe başlarının, çakıl taşlarının, ağaç diplerinin, dere boylarının, göllerin, nehirlerin, ırmakların, denizlerin, dağların, bağların, bahcelerin, ovaların, tepelerin, yaylakların, kışlakların, köylerin, kasabaların, şehirlerin ey necip, ey güzel insanları! Bana gönül koymayınız, e mi? Tevessül etsek hani yaza yaza bitiremeyiz.

Vakıa, Cumhuriyet düşmanları kapattılar. Kitap basdığımız kağıdı bile artık ithâl ediyoruz, gınayı yakalım! Hani faraza SEKA istediğimiz kadar kağıt tedarik etse, mürekkebimiz Çene suyundan gelse, ömrümüz de vefâ etse ve Evliya Çelebiye öykünüp nice uykusuz geceler boyunca kağıt üstünde kalem yüzdürmeyi göze alıp yazsak bile sitede yayınlayacak yer bulamayız. Yayınlamakda ısrar etsek, bu kez de sihirli elleriyle sitemize hayat veren kaytan bıyıklı bahriyeli, nam-ı diğer ADMIN Sayın Semih KOÇ, durduk yerde bam telinden bozuk çalabilir.

Allah sağlıklı ve uzun ömürler versin. Kendisiyle henüz teşerrüf etmedim. Basındaki tavsırlarından görmüşlüğüm var sadece. Hakkında emekliassubaylar.org sitesi dolaylarında bir yerlerde ikâmet ettiğine dair pek kuvvetli tevatür dolaşan bir de davamızın bayrakdârı Sayın Ersen GÜRPINAR var. Maazallah “Astsubaylara tahakküme varan haksızlıklar” deyip yurt çapında yayınlanan bir gazetede hakkımızda elvan çeşit tefrikalar neşrebilir ki işte en çok bu ihtimalden çekinirim.

Değirmenci Ali’nin kör beygiri dolaşdırdığı gibi lafı kıyıda kenarda gezdirmeyi bırakalım da artık viya böyle deyip sadede gelelim, gönüldaşlar!

Dünya’ya gözlerinizi Zonguldak ilinde açdıysanız; dizleri romatizmalı, eli yüzü gözünün karasından daha da karalara bürünmüş emekdâr bir madencinin evladı olmalısınız.

İlk çığlığınızı seymenler diyarı Ankara’da attıysanız bordro mahkûmu bir memurun nüfusuna yazarlar sizi.

Göbeğinizi Kocaeli’de kesdiler ise şayet bahriyeli bir astsubay ya da subayın çocuğu olmanız pek muhtemel.

Benim göbeğimi Kocaeli’nde kesmemişler, anam dedi. Nüfusuna kayıtlı değilim. Bu güzel şehirde görev yapmış bir askerin çocuğu da değilim. Keşke olsaydım. Hanımım buralı değil. Olsaydı iftihar ederdim. Ellerinizden öperler çocuklarım da Kocaeli’nde doğmadılar. Madem bütün bunlardan değilim de ben neyim? Ben, kimim öyleyse babayiğitler?.. 

Ben; dostarım, doğduğum memleketimden ayrılıp yüce milletime hizmet gayesiyle intisap etdiğim Türk Bahriyesinde iki elinizin parmaklarının sayısından yüzde otuz daha fazla bir süre bu şehirde vakdin bir sehminde görev yapmış bir Deniz Astsubayıyım.

Mekânı şereflendiren insandır; Kocaeli’yi şereflendiren bahriyeli askerler, bahriyeli askerleri de şereflendiren Kocaeli’dir, kanaatimizce.

donus

Eşim ve çocuklarımın beni en çok özledikleri, yolumu gözledikleri, bekledikleri şehirdir Kocaeli.

Hanımların kocalarından, çocukların babalarından; bahriyeli babaların ise hem hanımlarından hem de çocuklarından en çok uzak kaldığı bir şehirdir burası.

Sokakları bol bol iyot kokan fakat iyotdan daha ziyade gönülleri hasret kokan bir şehirdir Kocaeli...

Körfezin efendisi, denizlerin kurdu bahriyelilerin yuvasıdır Kocaeli...

İlk gemi görevine başladığım yer. Son gemi görevimi tamamlayıp fiili denizciliğe veda etdiğim yer.

Hem ilk limanım, hem de son limanım!

En güzel ve unutulmaz arkadaşlık, dostluk ve komşuluk bağları kurduğum şehir.

Bütün bunlara ilave olarak, biz denizci astsubayların medar-ı iftiharı olan Yuvaya Dönüş Anıtı’nın yuvasıdır Kocaeli.

Makâlemin başında arz etdiğim gibi, doğduğumuz yeri seçme hakkımız olmasa da öldükden sonra yatacağımız yeri seçme imkanımız var çok şükür! Akrabalarıma vasiyet etdim. Karamürsel Belediye Başkanına da buradan sesleniyorum; Hak vâki olup da imamın kayığına bindiğim gün beni hemen Karamürsel mezarlığına defnediniz. Hiç beklemeden, mümkünse aynı gün... Beni her daim heyecana garkeden İzmit Körfezin’in o büyülü sularına bakmak istiyorum yatdığım yerden. İsrafil Aleyhisselâm Sûr’a üfleyinceye kadar Karamürsel son limanım olsun!

Her mefhum, muhalifi ile kâimdir. Âşık olmazdı, olmasa Maşuk! Vuslat olmazdı, olmasa firâk! Biz de bu yalın ve katı gerçeğe inat yüreğimizde yanan vatan ateşiyle sevdiklerimizi arkamızda bırakıp yüksünmeden katlandık o hasret kokan günlerce, haftalarca, aylarca devam eden seyirlere, deniz görevlerine...

Aynı gemide aynı kaderi paylaşdığım vatan sevdalısı, birisi yek diğerinden merdâne yüzlerce, binlerce bahriye astsubay ve subayı. Ve en önemlisi Anadolu’nun doğurup emzirip büyütdüğü ve kutsî vatan hizmetine gönderdiği başımızın tacı Levendlerimiz tabi...

Komutanımız, mükemmel insan Dz.Kur. Albay Baha EREN, İkinci Komutanımız, koca gemiyi taksi gibi maharetle kullanabilen Dz. Kur. Yarbay Doğan DENİZMEN...

Meslekdaşlarım Telsiz Astsubayları Mustafa OĞUZ, Hasan TAŞCI, İsmail BAKIRLI, Cevat DEĞİRMENCİ, Cemil AKDERE, Küçük Mustafa, Küçük Cevat... Çocukları Hakkıcan, Aslıcan, Ozan, Berkay...

Telsiz kamarasında benim kahrımı çekip kaderime ortak olanlardan şu an aklıma gelenler... Büyüklerim, küçüklerim... Hangi birisinin ismini yazayım buraya? Gönül koymasınlar bana lutfen. Yazmakla bitiremem ki. Dile kolay; deniz görevimin son yılında, 1998 senesinde toplam olarak 290 gün denizde kalmışdık. Analar böyle has yiğitler doğurup vatan hizmetine göndermeseydi o kıyameti andıran, yerle göğün herc-ü merc olduğu mahşerî fırtınalarla baş edilir miydi? Bitmek tükenmek bilmeyen, uzayıp yüzyıl olan gemi görevleri çekilirmiydi hiç? Hasret dolu gecelere yârenlik eden gönüllerde sabah olur muydu?

Ihlamur kokan sokakda, alt katımızda oturan kumcu Hüseyin abi; eşi, benim ablam Saadet... Oğlu utangaç ve yakışıklı topcu Cengiz, kızı güleç Sabahat. Az muhlamasını yemedik Saadet ablamın. Duydum ki Hüseyin abim hastaymış. Ellerinden öper, Allah’dan âcil şifalar dilerim kendisine.

Çapraz alt katımızda oturan bacanak dediğim ve kardeş bildiğim İpekkağıt işcisi Musa, hanımı Cemile, oğlu Mehmet, kızı Büşra. Ailecek vurup kendimizi yollara o civardaki mesire yerlerinde, dağlarda, tepelerde, ormanlarda az benzin içirmedik demirden atlarımıza.

Üst çaprazımızda oturan ve bahçesinde iki kiraz bulsa birisini bize getiren diğer Hüseyin abi ve hanımı ablam Nazmiye.

Ihlamur ağacının hemen yanındaki bakkal dükkanını işleten Ersen bey ve ismini şimdi tahattur edemediğim güzel ve  o maşşallah dedirtecek kadar akıllı kızı...

Sütcümüz Calba Cahit, zerzevatcımız İbo abi, litreyle çamaşır suyu satan çatlak sesli Mehmet abi ve diğerleri...

Hepimiz memleketin bilmem hangi köşesinden çıkıp gelmişiz bu hasret kokan şehire. Maksat vatana, millete bir nevi hizmet, başka bir şey değil.

Akrabamız, anamız, babamız doğdukları şehirlerin kaderini paylaşırken bizim sehmimize de Kocaeli düşmüş. Sıkıntılı ve dar zamanlarımızda bize abi olan, abla olan, kardeş olup kol kanat geren bu güzel insanların hepsine buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Biz askerler, vatana hizmet etdik; bu güzel insanlar da bizlere... Haklarını nasıl öderim ki? Bir daha görmek nasip olur mu bilmiyorum. Allah hepsinden razı olsun. Haklarını helâl etsinler. İşte, bunlar da bizim mahallenin farikaları..

Kocaeli’ni benim gözümde değerli ve unutulmaz yapan bunca güzelliğe bir farika daha ilave etmek istiyorum yüksek müsaadenizle. Gölcük Ana Deniz Üssü’nün içinde; Nizamiye girişinde, yolun tam ortasına yerleştirilen anıt...

Doğu Nizamiyesinden Üsse girişde bütün haşmetiyle hemen karşınıza çıkıverir. Gezdiğim hiçbir askerî tesisde beni bu kadar heyecanlandıran ve tevkir eden başka bir anıt görmedim desem yeridir. Yaklaşık üç metrelik beyaz bir mermer kaide üzerinde, kışlık elbisesiyle eşine ve kız çocuğuna hasretle, tutkuyla sarılan dört metrelik heybetli bir Deniz Astsubayı... Anıtın adı; YUVAYA DÖNÜŞ!..

014Hanımı, her iki koluyla birden kocasını belinden hasretle sımsıkı kucaklamış! Kızı; sol kolu ile anasının sırtına, sağ kolu ile de babasının sol koluna zarifce dokunmuş. Ve anasıyla babasını adeta birbirine mühürlemiş.

Sayılmadık günlerden, gecelerden sonra uzak yoldan, bilinmedik görevlerden yuvasına dönen bahriyeli astsubay; sağ kolu ile hanımını sol omuzunun üzerinden aşağı doğru belinden kavramış ve eliyle de kızını sol elinden sıkıca tutmuş. Kızının sağ omuzuna kendi sol eliyle şefkât dolu bir hisle dokunmuş ve bir kartal gibi kavramış...

Hanımı, kocasına; kızı babasına bakıyor hasret ve muhabbet dolu gözlerle. Denizci astsubay da tahassür dolu bakışını hem eşine hem de kızına adamış...

Hasret dolu günlerden, aylardan sonra kavuşmanın sevinci ve heyecanıyla birbirlerine kenetlenen üç insan, aynı hissiyatın potasında eriyip handiyse yek vücut olmuş. Tariflerin dar geldiği, sözcüklerin kifayet etmediği doyulmaz bir aile saadeti bundan daha güzel nasıl anlatılır ki?

Her insanın bir hikâyesi vardır. Her hikâyenin de bir kahramanı. Bizlerin hikâyesi Türk Deniz Kuvvetleri, Türk Deniz Kuvvetlerinin kahramanı da Deniz Astsubaylarıdır, can dostlarım.

image016Götür bir Rus’u hamama! Üç defa kesele, altından Türk çıkar.

Alın bir savaş gemisini, neresini kazırsanız kazıyın! Kazıdığınız her yerde bahriyeli astsubayın ömrünün varını, alnının terini, elinin emeğini, gözünün nûrunu, parmağının izini görürsünüz.

Türk Deniz Kuvvetleri savaş gemilerinin hâfızası, hakîki sahibi, emekcisi ve esas vurucu gücü olan astsubaylara duyulan vefa, şükran ve minnetin bir nişânesi olarak astsubayı tasvir eden Yuvaya Dönüş Anıtı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda Deniz Astsubayına ithaf edilen ilk ve tek anıtdır. Bu bakımdan biz Deniz Astsubayları için fevkalâde önemlidir.

Bu cümleden olmak üzere Yuvaya Dönüş Anıtı hediyelik şeklinde imâl edilmelidir. Hasreti, saadeti, sevgiyi, şefkâti, huzuru, tahassürü, tutkuyu ve aile olmayı bu heykelden daha güzel anlatan başka bir teberik bulamazsınız... Her astsubay, en az iki dane satın almalı, birini eşine dostuna hediye etmelidir. Dört müşteriniz şimdiden hazır, şu bahriyeli fukaradan söylemesi.

Hesabı tutulmamış kaç gün, kaç hafta; belki de kaç ay birbirine hasret kalmış aile efradının; ananın, babanın ve çocukların vuslatı ve yek vücut olması taşa bundan daha güzel nasıl nakşedilir ki?..

Tecrübeyle sabit, biliriz. Benim de ömrümün en güzel dönemi olan evliliğimin ilk on senesi işte böyle geldi geçdi Levendler! Elleriyle şekil verdiği heykele yüreğindeki hissiyatını da büyük bir maharetle katan ve biz denizcilerin hissine böylesi vukufiyet ve yetkinlikle tercüman olan Prof.Dr. Sayın Sait RÜSTEM’e bu vesileyle bütün denizci astsubaylar namına buradan saygı ve hörmetlerimi gönderiyorum.

Seferden yuvasına dönen Bahriyeli Astsubay, eşiyle ve kızıyla doyasıya sarılıp kucaklaşa dursun, deniz astsubaylarını tafdil eden bu anıtın hikâyesini geliniz dostlar, biz birlikde yazalım tarihin ebedî belleğine.

image018Zamanın Donanma Komutanı, merhum Oramiral Sayın Güven ERKAYA... Kıbrıs Barış Harekâtında eski T.C.G. Kocatepe Muhribinin Komutanı. Muharip bir Komutan ve Kıbrıs Gazisi. Konuşmakdan çok dinlemeye meyyâl, herkesin fikrine kıymet veren, adâlet duygusu çok kuvvetli, dirayetli, teşrihci, son derece zeki, akl-ı selim; bir o kadar da şefkât dolu bir insan her şeyden önce. Yapmacık tavırlardan, teşhircilikden, ucuz kahramanlıkdan, dalkavuklardan nefren eden bir asker.

Harp Filosu Komutanı ise Tümamiral Sayın Salim DERVİŞOĞLU. Pamuk dede desem kâfi gelmez. Evladım git şu pencereden kendini aşağı at dese, hiç tereddüt etmeden atlarsınız aşağı. Korkduğunuzdan değil ha! Bilâkis, sevip, saygı duyduğunuzdan elbet! Oramiral Sayın Güven ERKAYA için söylediğim her şeyi Tümamiral Sayın DERVİŞOĞLU için de söylemek, kendisini sitayişle yâd etmek benim için ne büyük bir keyif. Mizaçları birbirine birebir benzeyen iki müstesna Komutan...

Sayın ERKAYA’yı rahmet ve şükranla, Allah uzun ve sıhhatli ömür versin Sayın DERVİŞOĞLU’nu da tâzimle yâd ediyorum huzurunuzda.

Bu dönemde bu satırların yazarı da T.C.G. Oruçreis Fırkateyn’inde Telsiz Branşı Kıdemli Astsubayı idi. Kendileriyle sayısız defa bir araya geldik. Her iki Komutan ile aynı havayı teneffüs etdik. Gemimizi kaç kere teşrif ettiler. Karavana yedik, çay içdik, sohbet etdik.

Her ikisi de teşrifatcılıkdan hazzetmez ve tek başına gezerdi. Teftiş edeceği yerleri, her zamanki haliyle; askerleri, günlük kıyafetinin içinde; herkesi, işinin başında görmek isterdi. Bu sebeple biz denizcilerin gönlünde bu iki komutanın çok müstesna yeri vardır.

Anıt hakkında bilgi ararken, Heykeltıraşı Prof.Dr. Sayın Sait RÜSTEM’in Seymenler diyarı Ankara’da yaşadığını öğrendim. Heykelin hikâyesini, heykeli yapan sanatcısından duymak heyacan verici bir fikir idi. Bu maksatla kendisini atölyesinde ziyaret etmeyi tasarladım.

Sayın RÜSTEM’in telefon numarasını buldum. Cumhuriyetimizin doksanıncı yılını idrâk ettiğimiz bu senenin üçüncü ayının ilk Cumartesi günü öğleden sonrası Sait Hocamı aradım ve niyetimi kendisine fâş etdim. Sağolsunlar, “Gelin, görüşelim” dedi. Davete icâbet etmek gerek değil mi? Biz de Prof.Dr. Sayın Sait RÜSTEM ile görüşmek üzere ertesi günü maaile yola vurduk kendimizi.

Dört tekerlek üzerinde yarım saatlik bir yolculukdan sonra, Sait Hocamın mahallesine vâsıl olduk. O civarda oturan bir mahalleliye Hocamın adresini sorduk. Bir çay içimlik daha gittikden sonra tatlı bir tesadüf eseri Sait Hocamı, oğlu Ahmet Can ile birlikde bakkaldan gelirken evinin önündeki yolda gördük.

Ben, hocamı tavsırından tanıyordum. Fakat kendisi beni hiç görmemişdi. Yanına varınca arabayı durdurdum. Selâm verir vermez sanki Hocam bizi bekliyormuş gibi hoşgeldiniz dedi ve eliyle atölyesini gösterek arabamızı park edeceğimiz yeri işaret etdi.

Bir Pazar günü öğle üzeri Sayın Hocamın atölyesinde buluşduk, tanışdık. Kısa ve hoş bir hasbıhâlden sonra Yuvaya Dönüş heykeli konusunda sohbete koyulduk.

Buyurun, Yuvaya Dönüş heykelinin hikâyesini, heykeltıraşı Prof.Dr. Sayın Sait RÜSTEM’in kendisinden dinleyelim;

Zamanın Donanma Komutanı Oramiral Sayın Güven ERKAYA’dan heykel yapmak üzere bir davetiye aldım. Akabinde gidip kendisiyle görüşdüm. Benden, denizci askerin seferden dönüşünde ailesiyle kavuşmasını anlatan bir heykel yapmamı rica etdi. Heykelin adı hemen orada kendiliğinden ortaya çıkdı; Yuvaya Dönüş!

Hazırlayıp dosyaya koyduğu resimlerde bana heykelin bütün özelliklerini kendileri tek tek anlatdı.

"Hocam" dedim, "heykele konu olarak astsubayın konulmasını Komutanımız mı istediler yoksa sizin kendi tercihiniz mi?” diye sordum. “Bana verilen dosyada astsubay resimleri vardı. Heykele konu olarak Denizci Astsubayın seçilmesi Sayın ERKAYA’nın kendi tercihidir” dedi.

"Heykel üzerinde çalışmaya hemen başladım. Önce bir kaç eskiz çizdim. Kendisine gönderdiğim eksizlerden, şu an heykelini yaptığım örneği seçdi Sayın ERKAYA. Bu örnek üzerine, bire bir ölçüde çamurdan bir maket hazırladım. Bu maketi görmeye kendisi atölyeme bizzat geldi. Çamurdan numuneyi eni konu inceledikten sonra “Tamam hocam. Elinize sağlık, çok güzel olmuş,"

dedi. Sayın RÜSTEM, “Hattâ” diyerek konuşmasına şöyle devam etdi;

"Çamurdan örneği görmek için bizim mahalleye geldiği gün, bitişik binada düğün vardı. Sayın ERKAYA geldiğinde, bu düğün alayı ile karşılaşdı. Polisler, Komutana yol vermek üzere düğün alayının önünü kesmişdi. Fakat komutan buna razı olmadı. Kendisi arabasında bekledi ve gelin arabasına hemen yol verdi.

Çamur örnek konusunda anlaşdıkdan sonra alçıdan kalıp almak için polyester model hazırladım. Daha sonra da tunc madenini eritip heykeli kalıba dökdüm. İki tondan fazla tunc sarf etdim. Sonra anıtı, Ankara’dan götürüp Gölcük’de şu anda durduğu yerden biraz daha sol ve yukarı tarafda bir yere yerleştirdik. Sayın ERKAYA, anıtın daha göz önünde olması ve Gölcük Ana Deniz Üssü’ne gelenlerin ilk önce bu anıtı görmesi için şimdi durduğu yere nakletdi" dedi.

Her saatin bir hükmü vardır. Her ziyaretin de bir zevâli... Yuvaya Dönüş Anıtı’nın hikâyesi hakkındaki maksadımız hâsıl olmuşdu. Bizi atölyesinde ağırlama nezaketinden dolayı Sayın Profesöre teşekkür edip vedalaşdık.

Yuvaya dönüşü anlatan bir anıt yapdırmak ve bu anıta da astsubayı konu etmek fikrinin merhum Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Güven ERKAYA’ya ait olduğunu, heykelin sanatcısından duymak beni ziyadesiyle memnun etdi. Çünkü arkadaş canlısı bir insan olan rahmetli komutanın, astsubaylara daima samimiyet, muhabbet ve şefkât hissiyle bakdığının en yakın şahidiyim. Aşağıda anlatacağım ve kendisinin yapdığı diğer iz bırakan yenilikleri de okuyunca bana hak vereceksiniz.

image020Heykelin yapımı, Oramiral Sayın Güven ERKAYA’nın Donanma Komutanı olduğu dönemde sağ tarafınızda tavsırını gördüğünüz Heykeltıraş Prof.Dr. Sayın Sait RÜSTEM’e sipariş edilmiş.

Sakarya Meydan Muharebesinin önemli safahatına sahne olmuş hâkim mevzilerden biri de Ankara Polatlı’daki Kartaltepe’dir. Bugün üzerinde, Türkiye’nin en yüksek Mehmetçik Anıtı kabul edilen dev bir anıt var. Yolunuz düşerse mutlaka gidip görün. İşletmeye yeni açılan hızlı tren hattına ait tünelin tam üzerine yerleştirilen ve düşmana “Dur!” diyen Kahraman Mehmetciği simgeleyen 32 metre yüksekliğindeki bu heykel, Ankara – Eskişehir karayolunun uzak noktalarından bile rahatlıkla görülebiliyor. Polatlı’ının farikası da bu anıtdır dostlarım. İşte, bu anıtın Heykeltıraşı da Prof.Dr. Sayın Sait RÜSTEM’dir.

Açılış tarihinde Oramiral Sayın Güven ERKAYA Deniz Kuvvetleri Komutanı, Oramiral Sayın Salim DERVİŞOĞLU da Donanma Komutanıdır. Sayın ERKAYA, deniz kurdu astsubayın hakkını teslim etmek için yiğidin yuvasına kadar gelmeyi kendine şeref bilmiş. Taa Ankara’dan Gölcük’e kadar gelmiş ve heykelin açılış kurdelasını bizzat kendisi kesmek nezaketini göstermiş.

Yuvaya Dönüş Anıtı hakkında makâle yazmaya karar verdikten sonra bilgi belge derlemeye başladım. Çok aradım fakat bu Anıta ve hikâyesine dair sadece bir kaç resim, bir iki satır yazı bulabildim. Şu an okuduğunuz yazı, bu heykel konusunda yazılmış belki de en tafsilatlı ilk ve tek makâle. Hiçbir yerde bulamayacağınız kapakda gördüğünüz resmi bile Heykeltıraşı Prof. Dr. Sayın Sait RÜSTEM’in arşivinden kerimem aldı.

Heykelin açılışını haberleşdiren yegâne gazete olan Milliyet, o güne dair sayısında konuya ilişkin şöyle yazıyor;

013Deniz Kuvvetleri Personeli'nin seferden döndükten sonraki mutluluğunu simgeleyen “Yuvaya Dönüş” heykeli, Gölcük Donanma Komutanlığı'nda Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven ERKAYA tarafından törenle açıldı.

Kaidesiyle birlikte 7 metre yüksekliğinde olan heykeli, Heykeltraş Sait RÜSTEM yapdı. Oramiral ERKAYA “Denizciyi seferde ayakta tutan, onu karada bekleyen ailesidir. Bir denizci, görevden döndükten sonra ailesiyle buluşduğu anda yaşadığı mutluluğu hiçbir yerde yakalamayaz” dedi.

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Erkaya, heykeltraş Sait Rüstem'e şilt verdi.

Açılışa; Kocaeli Valisi Memduh ÖZ, Donanma Komutanı Oramiral Salim DERVİŞOĞLU, Donanma’da görevli subay ve astsubaylar ile davetliler katıldı.” 09.07.1997 Milliyet gazetesi.

Gazete haberinin tarihi 9 Temmuz. Demek ki Yuvaya Dönüş Heykeli bir gün önce, yani  8 Temmuz 1997 tarihinde  hizmete açılmış. Törene ben ve gemimdeki arkadaşlarım iştirak edemedik. Çünkü bizler o günlerde, hattâ aylarda tam 105 gün devam eden meşhur FOST eğitimi için TCG Oruçreis Fırkateyni ile İngiltere’de deniz görevindeydik.

Heykel yerine konulduktan haftalar sonra görevimiz bitti ve Gölcük’e döndüğümüzde gördük. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir heykelin yapılacağına dair bir haber de duymamışdık. Çünkü 1997 senesinde Gölcük’de kaldığımız günlerin yekûnu iki elimin parmakarının sayını geçmez. Gölcük’e geldikten sonra heykeli ilk gördüğümde sevinç, gurur ve heyecandan ayaklarımın yerden kesildiğini bugün gibi hatırlıyorum.

Heykelde; seferden döndükten sonra eşini ve kızını hasretle kucaklayan bahriyeli bir astsubay üstçavuş, ailesiyle birlikte resmedilmiş. Deniz Kuvvetleri Komutanımız Oramiral Sayın Güven ERKAYA’nın bu heykele denizin kahrını çeken deniz astsubayını konu etmesi onun şaşmaz takdir yeteneğinin ve yüksek kadirşinaslığının açık bir tezahürüdür. Kendisinin kadirşinaslığının tek isbatı bu değil. Bakınız daha neler yapdı. Eee, dostlarım; “İzden yürümek” kolaydır da “iz bırakmak” değildir!

Sayın ERKAYA, Donanma Komutanı iken bir gün âniden gemimize geldi ve şöyle dedi;

Arkadaşlar, gemiciler olarak sizlerin çekdiği meşakkâti, ne kadar zor şartlar altında görev yapdığınızı ve yıprandığınızı iyi biliyorum. Eşiniz, çocuğunuzla; ananız, babanızla dinlenip senenin yorgunluğunu atacağınız kamplar yapdıracağız. Herkese her yıl bir defa kamp tahsis edeceğiz. Sizler daha fazlasını hak ediyorsunuz. Teklif dosyasını hazırlattım ve Kuvvet’e gönderdim

dedi. Bizimle samîmi hislerle hasbıhâl etdi, çayımızı içdi ve kendisini uğurladık.

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevi sona ermişdi. Kendisi göremedi. Fakat inşaatını başlattığı tesislerin kurdelasını, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevini kendisinden devralan halefi Oramiral Sayın Salim DERVİŞOĞLU kesdi. Sayın Güven ERKAYA, sözünü tutmuş ve dediğini yapmışdı.

Kendisinin emir astsubaylığını yapan bir meslek büyüğünden duydum. Yazımı okursa, ismini kendisi fâş edebilir. Sayın Komutanımız; 1991 senesinde, İzmir’de Saha Komutanı iken karargâh subaylarına emir vermiş. Demiş ki astsubaylara da gece kıyafeti (mess dress) tahsis edilmesi için hemen bir çalışma yapın ve dosyayı tezelden Kuvvvet’e gönderelim. Kendisi basiretli davranmış ve Genelkurmay Başkanlığının astsubaylara gece kıyafeti tahakkuk ettirmesinden yaklaşık 20 sene evvel bu girişimi başlatmışdı. Bugün astsubaylara gece kıyafeti verilmesi konusunda da merhum Komutanımız son derece dirayetli davranmış, doğrudan vesile olmuşdur.

Dosya hazırlayıp Kuvvet’e göndermek her komutanın harcı değildir. Hele bir de astsubay hakları söz konusu ise mangal gibi yürek ister. Rahmetli Komutanımızın yüreği mangal gibiydi. Hem de koskoca bir mangal gibi...

İz bırakmak herkesin harcı değildir demişdik. İz bırakan bir Komutan olarak ismini gönüllerimize nakşeden Oramiral Sayın Güven ERKAYA’nın biz denizci astsubay ve subaya unutulmaz bir iyiliği daha var. Onu da anlatalım da kimin neler yapdığına tarih şahit olsun. Suüstü Gemi Görev Tazminatı.

1996 senesi olsa gerek. O zamana kadar karada görev yapan ile gemide görev yapan astsubay/subay maaşları aynıydı. Gemi hizmetimin 10 senesinde ben de böyle görev yapdım. Merhum, kendisi Donanma Komutanı iken Gölcük’de bir öğlen vakdi âniden bizim gemimize, T.C.G Yıldırım Fırkateynine çay içmeye geldi.

Gösterişden, yapmacık davranışdan ve yağcılıkdan nefret eden ve bu tür insanları şiddetle paylayan bir kişi olan Komutanımız her zaman olduğu gibi geleceğini gene kimseye söylememişdi. Çalışma yerlerimizi şöyle bir dolaşdı. Bizim kamaramıza geldiğinde şöyle dedi;

Bu mesleğe ilk girdiğim yıllarda dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden bir husus vardı arkadaşlar. Bugün bu konuyu sizlerle konuşmak için geldim geminize. Suüstü Gemi Görev Tazminatı. Sizler burada geminin kahrını çekerken karada görevli arkadaşlarınız ile aynı maaşı alıyorsunuz. Bu olmaz, vicdan bunu kabul etmez. Denizaltıcılar bu tazminatı senelerden beri alıyor. Gemide görev yapana şimdilik sembolik de olsa bir tazminat verilmesi için dosya hazırlattım ve dün Kuvvet’e gönderdim. Biraz bekleyin lutfen

dedi, çayını içdi ve gitdi.

Demek ki Suüstü Gemi Görev Tazminatı konusunda, mekânı cennet olsun, kendisi her türlü hazırlığı yapmış ve bize müjde vermeye gelmişdi. Nasıl olsa Ağustos ayında Kuvvet Komutanlığına terfi edecek, gönderdiği dosya kendi eline gelecekdi. Sayın Komutan, dediğini gene yapdı.

Kısa bir zaman sonra az da olsa gemiciliği taltıf ve teşvik eden bir suüstü gemi tazminatı verilmeye başlandı. Rahmetli ERKAYA yeni bir yol açmış ve kendi ifadesiyle sembolik dediği gemi tazminatını Kanun’lara işletmişdi. Daha fazlasını yapabilecek imkânı olsaydı yapacağından hiç şüphem yok.

Ne yazık ki kendisinden sonra göreve gelen komutanlar, Sayın ERKAYA’nın bu vasiyetine sahip çıkmadı. Gerçekten sembolik olan gemi tazminat miktarı, gemiciliği teşvik edecek, vicdanları rahatlatacak bir düzeye yükseltilmedi. Ahde vefâsızlık bu olsa gerek!..

Merhum Güven ERKAYA’nın bir farkı daha vardı. O zamana kadar tayinler hep Mayıs ayının sonunda ya da Haziran ayının ilk haftalarında açıklanırdı. Garnizon dışına gidecekler için bu tarih geç oluyor ve yeni birliğe taşınmak, ev tutmak, okul bulmak, çalışan eşlerin nakli gibi konularda ciddî sıkıntı veriyordu.

Kendisi Kuvvet Komutanı olduğu iki sene boyunca, tayinler Nisan ayında açıklandı. Herkesin hep şikayet ettiği ve kimsenin sahiplenmediği bu meseleye de derinden bir neşter atdı rahmetli. İki sene boyunca tayin edilenler yeni birliklerine kolayca katılabildiler. Rahat rahat evini kiraladı, taşındı, çocuğuna okul buldu, eşini naklettirdi. Kendisinin görev süresi bittikten sonra yerine gelen komutanlar bu usulü ne yazık ki devam ettiremediler.

Bir gün yolunuz düşer de Kocaeli’nden geçerseniz, yol kenarında durup üç beş paket pişmaniye alın. Küçük hediye sevgiye; büyük hediye ise saygıya vesile olur. Pişman olmazsınız. Eşinizin dostunuzun gönlünü alırsınız.

Değirmendere’nin denize nâzır çay bahçelerinden birisine oturup bir mola verin. İzmit Körfezi’ni seyre dalarak ince belli cam bardakda çayın keyfini çıkartın. Yorgunluğunuzu hemen alır. Zamanıysa eğer o taze fındıklarından alıp doyasıya yeyin. Soyadı gibi uysal olan sevgili devre arkadaşım Özgün UYSAL buradadır. 30 seneden fazla oldu kendisini görmeyeli. Rast gelirseniz şayet selâmlarımı söyleyin. Gözlerinden hasretle öperim.

Karamürsel’den geçerseniz, kime sorsanız söyler size. Bahar vaktiyse sormasanız da olur. Ihlamur kokusunu takip edin, bulursunuz. Bizim mahalleye uğrayıp ıhlamur ağacının olduğu sokakdan geçin. Ciğerleriniz ıhlamur kokusuyla bayram etsin. Haa bir de sınıf arkadaşım ve Soyadını kızıma isim olarak verdiğim kardeşim Hilmi ECE var orada... Kendisi şimdi Tuzla’da bir üniversite’de Hoca... Sevaptır, selâmımı söyleyin. Gözlerinden hasretle öperim.

Bahriyelinin Yuvası Gölcük’e yolunuz düşerse dostlar, gezinizi biraz uzatmak için bir değil iki sebebiniz var. Polyanna’ya bile taş çıkartacak kadar iyimser ve neşeli bir insan olan Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu’ndan sınıf arkadaşım Engin KORKMAZ orada. Üç sene boyunca aynı sınıfın sıralarında okuduk, aynı yatakhanenin ranzalarında yan yana uyuduk. Ne güzel günlerdi o günler.

engin korkmazDeniz Astsubay Hazırlama Okulu ikinci sınıftaydık. Dersimiz, fizik; hocamız harika insan, mükemmel hoca Yarbay Mustafa KAZEZYILMAZ... Ders işlerken birden kapı çalındı ve sınıfa bir hanımefendi girdi. Elinde kocaman bir pasta ve şişeler dolusu çeşit çeşit meyve suyu... Engin’in anasıymış. Doğum gününü kutlamak için taa Gölcük’den kalkıp İstanbul Beylerbeyi’ndeki sınıfımıza kadar gelmişdi. Hocamız derse ara verdi ve sınıfın içinde hep beraber Engin’in doğum gününü kutladık o dersde. 3 senelik öğretim süresinde kutladığımız ilk ve tek doğum günüydü bu. Analık bu olsa gerek. Mezuniyetten beri görmedim Engin’i... Selâmımı söyleyin. Anasının elinden, Engin’in ve oralardaki sınıf arkadaşlarımın hepsinin gözlerinden muhabbetle öperim. (Bu yazının ilk yayınlanmasının üzerinden 14 ay geçmişti ki yan tarafda fotoğrafını gördüğünüz değerli sınıf arkadaşım Engin Korkmaz 9 Eylül 2014 günü aramızdan ayrıldı. Kendisine Allah'dan rahmet dilerim.)

Sonra, gezinizin asıl hedefine teveccüh edin. Deniz Üssü’nün Doğu Nizamiye girişine doğru yürüyün ve Türk Deniz Astsubayına duyulan şükranın ve minnetin ebedî ve en müşahhas ifadesi olan Yuvaya Dönüş Anıtını ziyaret edin.

Ziyaret etmekle iktifâ etmeyin, bir iki resim çektirin. Zira başka yerde bulamazsınız, kendi türünün biricik örneğidir. Denizci, hattâ asker olmasanız bile bir baba, bir ana ya da onların yavruları olarak sizler, bu heykelde kendinizden mutlaka birşeyler bulacaksınız. Görmek istediğiniz her şeyi görürsünüz bu Anıtda; hasret, mutluluk, saadet, tahassür, sevgi, şefkât, duygu, tutku... Hattâ daha fazlasını...

Bu dünyada herşey nasip kısmet işidir. Kısmetde ne varsa kaşıkda o çıkar. Deniz Astsubayı olmama rağmen Gölcük’deyken Yuvaya Dönüş Anıtı’nın önünde ailem ile birlikte resim çekdirmek bize o yıllarda kısmet olmadı.

image024Heykeli ile resim çektiremesek de Heykeltıraşı Prof.Dr. Sayın Sait RÜSTEM ve sevimli oğlu Ahmet Can ile birlikde ailecek resim çektirmekle bahtiyarım.

Her şehrin bir farikası vardır. Her insanın da tarihde bırakdığı bir iz!..

Yuvaya Dönüş Anıtı, Türk Donanması’nın kalbi Gölcük’ün farikasıdır,

Yuvaya Dönüş Anıtı, Sayın GÜVEN’in tarihde bırakdığı izdir!..

Oramiral Sayın Güven ERKAYA;

Yuva Dönüş Anıt’ını yapdırdığınız için yüzbinlerce Deniz Astsubayı size dualarını gönderiyor. Mekânınız cennet olsun!..

Bugün, 8 Temmuz 2013. Yuvaya Dönüş Anıtı’nın 17’nci doğum günü!

İyi ki doğdun Yuvaya Dönüş Anıtı; Nice yılllara!..

Dünya durdukca bütün heybetinle sen de yerinde öylece dur!

Farikası olmak da tarihde iz bırakmak da önemlidir, kıymetli dostlarım!

Ne mutlu, farikası olana;
Ne mutlu, tarihde iz bırakana!..

images 36

Şükrü IRBIK

(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.

 "Yuvaya Dönüş Anıtı"nın açılış yıldönümü anısına tekrar yayınlanmıştır.

Gitti de Gelmeyiverdi (Atılay Şehitleri Anısına)- Mustafa C. SADAKOĞLU

$
0
0
Gitti de Gelmeyiverdi (Atılay Şehitleri Anısına)- Mustafa C. SADAKOĞLU

Güzeller güzeli Hamiyet YÜCESES 1915 yılında Fatih’te doğdu. Babası Haseki’nin tanınan bilinen marpuç tüccarlarından Halil Bey, annesi ev hanımı Kadriye hanım ile yakın çevresi çok geçmeden sesinin güzelliğinin farkına varacaktı. 

atilay1Henüz çocuk denecek yaşta babasının işlerinin ters gitmesi nedeniyle okulunu yarım bırakarak sahnelere çıktı. Özellikle hayranı olduğu Hafız Burhan besteleri ile tanınmaya başladı. Anadolu’nun hemen her yerinde sahne aldıktan sonra 1930’larda İstanbul’a geldi. Safiye Ayla ile birlikte gazinolarda çalıştı.  

Bu arada işine olan saygısı nedeniyle dönemin önemli müzik adamlarından özel dersler almayı ihmal etmedi, kendini geliştirdi. Bu çabaları boşa gitmedi, 1932 Temmuzunda Kadıköy Mısırlıoğlu Bahçesi'nde düzenlenen ses yarışmasında Türkiye Ses Kraliçesi seçildi. Radyo programları yaptı. Dönemin saygın plak şirketleri; Sahibinin Sesi, Columbia ve Odeon firmalarından plakları tüm Türkiye’de hatta Ortadoğu’da ününe ün kattı. 

Güzeller güzeli Hamiyet Yüceses;  ışıklar, sahne ve tanınmış bir sanatçı olarak ününün doruğundayken Deniz Asubayı Fethi Yüceses ile tanıştı. Çok geçmeden “sahte bir dünya” diye tanımladığı o şaşalı yaşamında tek gerçek Fethi Yüceses’e duyduğu aşk olacaktı. 

Âşık bir kadının önünde hiçbir set duramaz derler. Gerçekten de durmadı, bütün engelleri aştı aşkları; 1940 yılında evlendiler.

sarkiGitti de gelmeyiverdi

Gözlerim yollarda kaldı

Hele nazlım nerde kaldı

Ne zaman ne zaman gelir

Gel a nazlım lahuri şallım

Sağı solu dolaşalım

Ne zaman ne zaman gelir…”

Nereden bilebilirdi ki, çok sevdiği biricik aşkını elim bir kazaya kurban vereceğini. Atılay Denizaltısında görevli Asubay eşi Fethi YÜCESES’in ataturkardından, 39 bahriyeliyi yâd etmek için bir Dede Efendi bestesini uşşak makamında her seferinde ağlayarak söyleyeceğini. 

1938’de adını bizzat Mustafa Kemal ATATÜRK’ün koyduğu dört denizaltı (Saldıray, Batıray,Yıldıray ve Atılay)’dan ilkiydi Atılay. Aynı zamanda Cumhuriyet tarihinin ilk büyük denizaltı kazası olacaktı. 1939 yılında denize inmiş, 1942 yılı 14 Temmuz günü 39 bahriyeliye mezar olmuştu.

Hamiyet YÜCESES, 14 Temmuz 1942 günü Moda burnundan beyaz mendili elinde uğurladı eşini.  Atılay ve gemisine ruh veren 39 bahriyeli harbe hazırlık kontrolleri için erken saatlerde Moda açıklarından Çanakkale’ye doğru “vira bismillah” diyerek yola çıktı. 

atilay6İlk seferiydi Atılay’ın ama aynı zamanda son seferi olacaktı. 

Binbaşı Sadettin Gürcan komutasında 14 TEMMUZ günü saat 14.30’da Morto Koyu’nda dalışa geçen Atılay’dan bir daha haber alınamadı. Ancak gece saatlerinde “denizaltının battı şamandırası” bulunabilecekti. Tüm bu saatler boyunca eli böğründe bir haber, bir umut diye bekleyen Hamiyet YÜCESES, yıllar sonra bir belgeselde şöyle anlatacaktı o geceyi.

“…saatler geçtikçe umutlar azalıyordu, hiçbir haber alamıyorduk, neden sonra gece vakti battığını bildiren şamandırası bulunmuş, bir amiral gelerek sert bir sesle “sen artık bir şehit eşisin” dedi, vakur olmamı salık verdi, ben o temmuz günü tıpkı Fethi gibi kayboldum…” 

atilay3Aramalar biter ve serseri bir mayının neden olduğu elim kazanın dosyası kapanır.  Denizin altında “demirden ev” diye bildikleri gemileri 39 bahriyeliye demirden mezar olur. 

Kazadan tam 50 yıl sonra 1992 yılında Atılay Denizaltısının yeri tespit edilir.  Dalgıçlar, geminin sancak tarafında 2 metre çapında bir yaranın hala kanadığını rapor eder. Gemin arkasındaysa kazaya sebep olan mayının bağlı olduğu ağırlık yerli yerinde durmaktadır. 

Atılay nazlı bir genç kız gibi denize doyamadan arkasında batmasına neden olan mayının ağırlığı ile sıcak bir Temmuz günü bu dünyadan göçtü gitti. Kaderine ortak ettiği 39 bahriyelinin geride bıraktıklarından biri, Hamiyet YÜCESES de o meşum kaderi takip ederek yine bir Temmuz günü nicedir kalbinde taşıdığı ağırlık ile bu dünyadan göçecekti.  

Hepsinin birer hikâyesi vardı. Biz onların ne seslerini duyduk ne yaşadıklarına tanık olduk.  Ama o kadar güçlüydü ki aşkları yıllar sonra bile mıh gibi geldi böğrümüze çakıldı. 

atilay

Düğün ve Cenaze

$
0
0
Düğün ve Cenaze

“Darbeler, darbeciler yargılanıyor ama darbe gerekçesi olan İç Hizmet Kanunu değişmiyor, Genelkurmay Milli Savunma’ya da bağlanmıyor.

Fakat ‘disiplin’ adına, üstün astı daha konforlu ezmesi için kanun kotarılıyor.

Militer-kapitalist, komutalı piyasa ekonomisinin temel özelliği, alttakilerin hayatını rehin almaktır. Askeri eza ve cezaya da tabi bir militer proleterya!

Piyasa kulları ve Cinnet Ordusu köleleri!

Demokrat hükümet ile cumhuriyetçi ordu sentezinden çıkan bu:

Komutan hem savcı, hem bilirkişi, hem yargıç.

Komutanın hukuku yok ama kendisi kanun.

Komutan, disiplin adına, astı yargısız hapsedebilir, kıt maaşına el koyabilir, angaryaya mahkum edebilir, isterse ordudan kovabilir! (Çünkü uşağı, kölesi!)

Ast; canı, ruhu, haysiyeti yanıp şikayette bulunursa, usulsüzlükten yine ceza alabilir.

Ast; haksız emrin ‘mütalaasından’ bile ceza yiyebilir.

Misal, o şartlarda hem de çoğu acemi 25 askerin cephaneliğe sokulmasını usulsüz buluyor, itiraz bir yana, mütalaa ediyor, gerekli kayıtların tutulmasını istiyorsa… yine de oraya sokulabilir, paramparça olabilir. Sağ çıkarsa da ceza alabilir.

Başbakanlık BİMER’e başvurursa da ceza alabilir, ki öyle oluyor zaten.

Ordudan atma, oda hapsi, maaş kesme cezasına itiraz edebilirsin.

Ancak mahkeme heyeti, üç hukukçu, iki de hukukçu olmayan, atanmış subaydan oluşur.

O hukukçu subayların da zaten sicil amiri komutanı bulunur.

Yani hukuk da emir komuta altındadır.

Ast isen, alt isen, tabii ya… bekle, belki seni haklı bulur!

Sen itiraz edene, itiraz sonuçlanana, bir sürpriz haklı çıksan bile çıkana kadar, ceza çoktan infaz edilir.

Ana fikri Kınalı Kuzu Çevirmedir. On binlerce askeri tandır yapıp didik didik ederek yemektir.

AİHM kararlarına aykırıdır. Fakat muhafazakâr demokratlar ile muhafazakâr cumhuriyetçilerin mutabakat noktasıdır.

O sıfır noktasında, on binlerce sıvasız hane evladı köleleştirilir, kullaştırılır, külleştirilir!”

***

Bu (yukarıdaki) yazıyı yine bu sütunda “Orduya büyük moral!” başlığıyla 2 Şubat 2013’te yazmışım.

O sıra “darbecilerle mücadele eden, askeri vesayeti kaldırmış, sivilleşme ve demokratikleşme sağlamış” iktidar, komutan arzusuyla, felaket bir Askerî Disiplin Kanunu çıkarmıştı.

Böyle onlarca, artık bugün için tonlarca yazı yazdım.

 “Komutan baskısıyla maaştan vakıflara zorla kesinti”yi de protesto edip direnen astsubaylarda “Pes hareketi” de başlamış, TEMAD gibi örgütler Disiplin Kanunu’na dikkat çekmişti.

Komutanlar bunları ezmek için bastırdı. Ben de davalarla kuşatıldım.

***

Bugün de, “alttakiler”in iki (mecburen) emekli örgütü, TEMAD ve Emuzder “Disiplin Kanunu” ve “Anayasa’ya aykırı” İç Hizmet Kanunu’nun on binlerce askeri nasıl esir, rehin aldığına, darbecilere alet ettiğine dikkat çekiyor.

Elbet heves, hırs, iştahla darbecilere katılmış astlar da var. Ancak alınan ifadelerde görüldüğü üzre, pek çoğu emir-demir, Disiplin Kanunu kurbanı.

Ona zorlanmışlar, buna alıştırılmışlar. Haksız, hukuksuz emir, tehdit ve baskıları BİMER’e şikayet ettiklerinde, son üç başbakanın başbakanlıkları şikayeti aynen şikayet edilen komutana göndermiş; onlar da şikayetçinin icabına bakmış!

TEMAD Başkanı Ahmet Keser, “Buna rağmen, Disiplin Kanunu’na karşı mücadeleler ve o yazılar, çok sayıda astsubaya, haksız-kanunsuz emirlere, yani darbecilerin istediklerine uymama, direnme gücü de sağladı. Darbenin başarıya ulaşmamasında bunun da rolü var” dedi.

***

Emuzder Başkanı Esef Merdoğlu ise, onca zaman baskıya maruz kalanlara, “şehit aileleri”ne koşturduktan sonra şimdi bir de, darbeci olmayıp “tatbikat var, terör saldırısı var diye kandırılan, emredilen, yem olarak atılanlar”ın felaketiyle yüzyüze:

“Cumhurbaşkanı’nın dahi eniştesinden öğrendiği darbeden, emir kullarının bihaber olması normal değil mi?” diye soruyor.

“Tüm personele ezberletilen İç Hizmet Kanunu 13. Madde”yi sizlere de sunuyor:

“Disiplin, kanunlara, nizamlara, AMİRLERE MUTLAK BİR İTAAT ve astının ve üstünün hukukuna riayet demektir.

Askerliğin temeli disiplindir.

Disiplinin muhafazası ve idamesi için kanun ve nizamlarla tedbir alınır.”

O da “sivil iktidar”ın o gece bombalanan Meclis’ten çıkardığı “Militarist-kulcu-köleci” Disiplin Kanunu!

Üstelik Anayasa’ya da aykırı:

 “Kamu hizmetinde çalışmakta olan kişi, amirinden aldığı emri, kanuna aykırı görürse, yerine getirmez, aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak amir emrini yazılı olarak tekrarlarsa, emir yerine getirilir. Bu durumda emri yerine getiren sorumlu olmaz.

Konusu suç tekil eden emir hiçbir surette yerine getirilmez, yerine getiren sorumluluktan kurtulamaz.

İstisnalar saklıdır.”

Hoş, Anayasa “istisna” deyip açık kapı bırakıyor. Nitekim darbe girişiminden hemen önce,  iktidarın “komutanların ve emirlerindeki askerlerin” bilhassa Güneydoğu’daki “muhtemel suçları”na getirdiği koruma zırhı, hatta geriye dönük işlemesi “konusu suç teşkil eden emre istisna” diye mütalaa edilmiş olmalı!

***

Darbe suçu darbecinindir. Ama siz dün onlarla düğün yaparsanız, bugün de hep birlikte cenazemiz oluyor!

Sahi bir de ordu ve poliste sendika düşünseniz!

Yazının Tamamını Okumak İçin TIKLAYINIZ

Konu ile İlgili Bir Yazı. Okumak için Resme Tıklayınız.

aslinda tsk dis k

 

Aldatılmak, Kandırılmak!

$
0
0
Aldatılmak, Kandırılmak!

Aslında aldatılan, kandırılan kimse yok. Olayın içinde herkes var, herkes birbirini kullandı. Birileri iktidar oldu. Diğerleri iktidara destek verip, nimetlerinden faydalandı.

Bir gün geldi. İktidar ve güç paylaşımı konusunda sıkıntılar yaşandı. Bu sıkıntı, hızlı bir şekilde zıtlaşmaya gitti. İşte o andan itibaren iktidar sahipleri ile güç paylaşımı konusunda sıkıntı yaşayan (FETÖ) devletteki örgütlenmesini kullanarak, askeri bir darbe yapmaya kadar götürdü işi.

Şimdi, televizyonlarda itirafları dinlerken küçük dilini yutanlar oluyordur kesin. 

Devlet bu kadar mı acizleştirilmiş? 

Konuyu sürekli takip edenler çok şaşırmadık. Ama zaman zaman yeni öğrendiğimiz bir şeylere bizim de ağzımız açılmadı değil.

Örneğin dün akşam Halk TV'de emekli polis müdürleri konuşuyordu. Anlatılanlardan içim acıdı o dürüst arkadaşlara. Resmen, düzgün görev yapanlara işkenceye varan sürgünler yaşatıp zorla emekli etmişler. Oraya çıkan emekli polis müdürü arkadaşlara bir iadeyi itibar yapılmalı ve bu işlerin düzelmesi için tekrar görev verilmeli. 

Zira, hala bu FETÖ tipi yapılanmanın emniyette var olduğunun vurgusunu yaptılar. FETÖ'den bile tam kurtulamadıkları gibi, onların boşalttıkları yere diğer cemaat ve tarikat üyelerinin atandığını söylediler. 

Eğer bu işlerden kurtulamazsak, kesinlikle 5 yıl sonra başka birileri, yeni bir kalkışmaya yeltenecektir.

TSK'ya Gelince;

3000 yıllık kara ordusu geleneği olan bir kurum. 158 general/amiral, 2133 subay ve 731 astsubayın atılması ya da tutuklanması, elbette orduyu sarsar ama yıkmaz.

Fakat ordu içinde ilk olarak ele alınması gereken kurum "kurmay" sınıfıdır. Kurmay subay olma rütbesi, kıdemli binbaşılığa (18-20.yıl) çekilmelidir. Subay, ilk önce kıta başarısı ile değerlendirilmeli ancak daha sonra akademi sınavına girebilmelidir. Böylece kıta başarısı sınavın değerlendirilmesinde etkili olacaktır. Aksi halde kıdemli üsteğmen (6.yıl) olarak girilen akademi sınavında başarılı olan subay, karargâhlarda fanus içine alınarak; teorik bilgilerle donatılmakta ama pratik bilgi zayıf kalmaktadır.

En önemlisi, general/amiral olmak için düşman kamplara bölmekten öteye gitmez bu iş. Ve yaşananların içinde bu olgular bile vardır şu anda. 

Gerçek bir devlet olmak istiyorsak kesinlikle; torpil, iltimas, adam kayırma ve belli grupları öne çıkartma gibi ilkelliklerden artık vazgeçmeliyiz.

Yüzlerce kez kandırılıp, aldatılabilecek kadar safsanız; İlk önce kendinize bir iyilik yapın, sonra bu ülkeye ve hemen istifa edin.

Eğer esnaflık yapsaydınız 6 ayda iflas ederdiniz. Ama ülke iflas ettik.

Devletin ama en çok ve acil olarak TSK ve Emniyet Teşkilatı'nın düzeltilmesine ve itibar kazanmasına ihtiyacı var. Ve tabi devletin diğer kurumlarının da. 

Lütfen biraz düşünün. Değilse, şu an tüm dünya ve özellikle de düşmanlarımız gülüyor, seviniyor. Herkesin güldüğü bir ülke de niye görev alasınız ki?

Bir de darbe girişiminin dış ayağı var diyorsunuz. Vardır tabii. Onların kim olduğunu biliyorsunuz, biz de biliyoruz. Peki, hala neden müttefikimiz bu devletler? Hainle dost olunur mu?

Bu ülkelerin bize karşı ihanetleri kesin ve sizler bilerek bu yanıltıcı ittifakı devam ettiriyorsanız, unutmayın ki bu tutumunuz sizleri onlarla aynı kategoriye koyar. 

Bu toprakların sahibi, bu ülke de yaşayan 78 milyon insandır. Seçilme, bir ideal işidir ve adaylara 78 milyon insanı daha iyi idare ederim iddiası gerektirir. Bunu yapmak da bir irade işidir. Milli iradenin adresi de TBMM dir. Kanun hükmünde ki kararnameler (KHK) acıtmamalı. Bu zor bir iş değil. Meclis karar vermeli. Zira, danışmanlar eşliğinde kanun hazırlanma işi insana hata yaptırır. Çünkü danışmanlarınızı merak ediyoruz. Mesela Jöleli de danışman mı?

İsmet Kemal BÜLBÜL

ismet kemal

Zehir Gibi Sorular - Metehan Demir

$
0
0
Zehir Gibi Sorular - Metehan Demir

Hani derler ya 'Böyle mi olacaktı?' diye... Evet aynen bu 30 Ağustos için söylenecek söz bu. 

Bu kahramanlar yatağı, destanlar yazan Türk ordusunu 30 Ağustos'ta getirdikleri hal kelimenin tam anlamı ile içler acısı. 

KİMLİK KONTROLLÜ GİRİŞ

Tören alanına askerlerin ancak kimlik kontrolü ile girebildiği, tören geçişi yapan askeri birliğin etrafının şüphe nedeni ile polis özel harekat tarafından çember altında tutulduğu bir bayram. 

İnsanın en çok üzüldüğü de, bu yaşanan durumun, en çok da, TSK'da canı pahasına vatanı için görev yapmış ve yapan, milletinin gerçek evlatlarına ızdırap vermesi. 

TARİFSİZ BİR IZDIRAP 

Bu gelinen halin, gerçek Atatürkçü, demokrat, milliyetçi ve milletinin hizmetindeki askerlerine verdiği ızdırap tarifsiz. 

EN BÜYÜK ZARARI TSK GÖRDÜ 

Yıllarca komuta kademesinin, devletin, hükümetlerin basiretsizliği nedeni ile TSK'nın en kilit noktalarına sızan hainler çetesi en büyük zararı TSK'ya ve bu kahraman evlatlarına vermiştir. 

Bu nedenle, 15 Temmuz'daki FETÖ darbe girişimi aslında en büyük darbeyi TSK'ya vurdu. Bu girişim aynı zamanda, dibe vuracak güven ve içeriye sızacak şüphe virüsü ile ülkenin terörle mücadelesinde en çok ihtiyaç duyulacak TSK'yı yıpratma amacına ulaşmayı planladı. 

Ama inanın; hal böyle iken, memleket Suriye'de harekatla uğraşırken, PKK ve IŞİD terörü ile savaşırken, toplum gerginken şu anda komutanlar kimsenin umrunda değil. Millet kızgın. Çok şey bilmelerine rağmen hala susulup, mevkii makam derdinde olunarak çıkıp gerçeklerin hala anlatılmaması milleti üzüyor. 

İSİMSİZ KAHRAMANLAR

Asıl üzüntü; bu pırıl pırıl gepegenç asker çocuklar için. 

İsimlerini bile duymadığınız ama ülkenin onların omuzunda durduğu her rütbeden kahraman çocuklar. 

Şu an Gabar'da, Cudi'de sınırın en ücra köşelerinde görev yapan bu çocuklara nasıl büyük haksızlık TSK'nın bu bayramda düştüğü durum. 

BU NASIL ACI ÇELİŞKİDİR 

Düşünsenize tören alanlarında başkentinde kimlik kontrolü ile bayrama aldığın askerin öte yanda memleketi sınırda emanet ettiğin kahraman fedakar evlatların. Diğer tarafta, Cerablus'ta "İşte TSK!" diye alkışladığın ordu. Bir ülkenin aynı anda kaldırabileceği bir çelişki mi bu?

Ama işte burada bazı şeyleri artık açık açık konuşmak gerekiyor bugünde, bu 30 Ağustos Zafer Bayramı'nda. 

SORU İŞARETLERİ AYNEN DURUYOR 

Bu sene tüm yurttaki kutlamalar, TSK ve üzerindeki şüphe ve komutanların hala birliklerine hakim olamadığına dair soru işaretleri giderilemediğinden dolayı daha önce hiç görülmedik tedbirlerle gerçekleştirildi dedik. Neden mi? Çünkü soru işaretleri olduğu gibi duruyor.

Gördünüz. Tank, top gibi zırhlı araçlar, savaş uçakları ve helikopterler ne olur ne olmaz diye 30 Ağustos törenlerinde ilk kez yer almadı. Platform çökmese bu daha dramatik görüntüleri beraberinde getirecekti; Allah'tan olmadı. ("Kim bilir belki de perde arkasında güvenlik endişesi vardı ve bu gelişme oldu" diye insanın aklına gelmiyor da değil) 

ANITKABİR BİLE 

Bir ordunun tarih yazdığı bir zaferin 94. yıldönümünde TSK'nın hainler nedeni ile düştüğü durum. Anıtkabir'de bile güvenliğin askere emanet edilemediği bir tablo.

İnsanın şunu haykırmak içinden geliyor. Yıllarca bu hainler her yere sızarken ve bu tehdit herkesce bilinirken, "Bir şeyler yapılmalı" diyenlerin sesini bastırılırken hiç mi bir şey yapmak içinizden gelmedi? 

15 Temmuz ihanet gecesinde bu millete kurşun sıkan, askerini polisini şehit eden, Meclis'ine bomba yağdıran, Cumhurbaşkanı'nı öldürmek isteyen bu hainlerin en dibinize kadar gelmesini hiç mi fark edemediniz? Size bunları söyleyenlere neden kulak vermediniz? 

BU SORUYA SİZ NE YANIT VERİRDİNİZ? 

Bugün biri çıksa, 'Bu bayram böyle diye ne bozuluyorsun kardeşim, ya içlerinden biri çıksa yine topla uçakla saldırı düzenlese, bombalarla saldırırsa' diye sorsa. Kesin hayır diye yanıt verebililir misiniz? Tabii ki hayır. 

Bu iç acıtan soruya TSK ve devlet de yanıt veremediğinden, kendi içindeki şüphesini gideremediğinden işte bu nedenle törenler de bu şekilde yapılıyor. Çok değil daha 15 Temmuz'da olanlar o ihanet hala akıllarda. 

O SORULAR ZATEN VARDI 

"O gün darbe istihbaratı Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a neden geç ulaştı?" benzeri sorular çok soruldu. 

AMA ASIL BU SORULAR?

O kadar tutuklama, el çektirme, operasyon olsa da ben hala 15 Temmuz gecesinden bir adım bile ileri gidemediğimizi düşünüyorum, olayı aydınlatma adına. Hala kafamızda deli sorular var. Buyrun; 

-Bu iş nasıl aylarca sessizce gizlice planlandı? Kimsenin haberi olmadı? 

-Kimler beyin takımındaydı? O gece Akıncı Üssü'nde neler yaşandı?

-O gece o yasadışı ve TSK adına yapıldığı iddia edilen sözde bildirideki 'Yurtta Sulh Konseyi'nde' kimler vardı? Sivil kanadında kimler yer aldı? 

-Bu bildiriyi kim kaleme aldı? Atama listeleri ne oldu? 

-Üzerine gitmemiz nedeni ile Genelkurmay'da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan kamera görüntülerinin Akıncı'ya ait olanları nerede? O gün Genelkurmay Başkanı'nı Akıncı'dan kurtarıp getiren pilotların sonradan darbeye destek verdiği gerekçesi ile tutuklanması söz konusu ise komutan onlara nasıl emanet edildi? 

-Bu görüntülerde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Salih Zeki Çolak, Kurmay Başkanı Orgeneral İhsan Uyar, Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Güler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Abidin Ünal ile 2. Ordu Komutanı Korgeneral Metin Temel'in ve bağlı sadık generallerinin o geceye dair nasıl saldırıya uğradıklarına dair görüntüler ve şahitler var. Ankara'da kelepçeli görüntüleri olanlar var. İnşallah bu güven katsayısı giderek diğerlerini de kapsar. 

-Orduda hala uyuyan hücreler var mı? Bunlar kritik noktalarda halen görev yapıyor mu?

-O gece milleti tanklarla karşı karşıya getirmek yerine, evlerinden açıklamalar yapmak yerine neden kışlalardan o komutanlar çıkıp halkın önünde askerleri ve silahları ile bu hainlere dur demediler?  Milletin tankların önünde kahramanca mücadelesine karşı neden sessizce izlemeyi ve sadece açıklama yapmayı tercih ettiler?

-O gece "Darbe olacak" istihbaratına rağmen bazı komutanlara 'Önemli bir şey yok' denilerek düğünlere gitmelerine neden izin verildi? Sadece 3 helikopter ile darbe yapılmayacağı bunun arkasında dev bir planın olduğu nasıl düşünülemedi?

-Darbecilerin üzerinde çıkan 1 dolarların esrarı hala çözülemedi. Bu gerçekten anlamlı bir hiyerarşik şifre mi, yoksa hedef saptırma mı? 

-Bu mesele sadece FETÖ ile mi sınırlı yoksa o gece gelişmelere göre saf değiştirdiğinden şüphe edilenler var mı? Bunlar zamanla ortaya çıkacak mı? 

-15 Temmuz gecesi iddiaların netleşmesi adına kimin nerede olduğunu gösterecek cep telefonlarının izleri ile ilgili oluşan raporlardan yeni sonuçlar çıktı mı? 

"Gözaltına alınanların bazı tehditler nedeni ile konuşamadığı ve bu nedenle içerideki hain yapının halen tam olarak temizlenemediği" iddiası ortada dolaşıyor.

HAZIR OLUN 

Bu sorular netleştikçe TSK'nın o kahraman evlatlarının üzerindeki haksız gölge de kalkacak. Not alın. 

Daha her şey yeni başlıyor. Bugün masum gördükleriniz içinde ileride öyle bir şey çıkar ki, kimlerin olduğuna inanamayabilirsiniz. Bazı suçluların ise zamanla aklanabileceğini görebilirsiniz. Daha bu köprünün altından çok su akar. Her şey olabilir.

YETER Kİ

Yeter ki kimsenin hakkı vebali kimse de kalmasın. Yeter ki vatan ve millet sağolsun. Ama delillerle saptanan her haine de en ağır ceza verilsin. 

Maalesef son yıllarda tarihte adaletimizle nam saldığımız bu  dünyada vebal günah almada kendi hesaplarımız uğruna bu konuda çok hata yapıyoruz...Bu bize yakışmıyor. Örnek mi?.... 

Mesela, Balyoz davası ile başlayabiliriz... Her kesimden, ne çok insanın uğradığı haksızlık var değil mi, hemen aklınıza gelen. 

Yazının tamamını kumak için TIKLAYINIZ


Orduya Sızan Dinci Grup Fethullahçılar - Ruşen Çakır 28.12.1986, Nokta

$
0
0
Orduya Sızan Dinci Grup Fethullahçılar - Ruşen Çakır 28.12.1986, Nokta

15 Temmuz Fetöcü darbe girişiminin ardından TSK İçindeki yapılanma ile ilgili sanki hiç haberleri yokmuş gibi açıklamalar yapan TSK Komuta heyeti ve Siyasilere 1986 Yılında Ruşen Çakır’ın Nokta dergisinde yayınladığı bir yazı adeta bırakın numara yapmayı, vicdan azabı duyuyormuş gibi davranmayı, daha o zaman her şey ayan beyan ortadaydı diyor. Geçtiğimiz günlerde Ruşen Çakır’ın bu yazısı bir ön sunumla tekrar yayınlanarak gündeme geldi. Medyascope adlı sitede yayınlanan yazıyı aşağıda sunuyoruz

Okuyacağınız haber 28 Aralık 1986 tarihli Nokta Dergisi’nin kapak dosyasıydı. Meslektaşım Can San ile birlikte uzun bir çalışma sonucu hazırladığımız bu dosya epey yankı yapmıştı. Ancak Gülen cemaatinin 1986’daki operasyona rağmen örgütlü ve sistemli bir şekilde askeri okullara ve TSK’ya sızma stratejisini terk etmediği net bir şekilde ortaya çıktı. Diğer bir deyişle “2000’li yıllarda Türkiye’yi kavrayacağız” sözünün boşa sarf edilmemiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu haberi, 15 Temmuz 2016 darbe girişimini daha iyi kavramaya katkı sunması amacıyla yayınlıyoruz.

Ruşen Çakır

Orduya sızan dinci grup: Fethullahçılar

Üç askeri lisede yapılan soruşturmalarda Fethullahçı oldukları saptanan 66 öğrenci okuldan atıldı. Dinci grubun hazırladığı kurslarla öğrencileri sınavlara hazırladığı ve onlar aracılığıyla okullarda örgütlenme faaliyetine girdiği saptandı.

Bursa’da bir evde toplanan bir grup Işıklar Askeri Lisesi öğrencisi, büyük bir dikkatle ‘abilerini’ dinliyorlardı. ”Kurmay oluncaya kadar dişinizi sıkın, kendinizi belli etmeyin. Gözünüzle namaz kılın. 2000’li yıllarda Türkiye’yi kavrayacağız.” Yaşları 14 ila 16 arasında değişen askeri okul öğrencilerine ”güç bir görev” verilmişti. Türkiye’de yıllardır laikliğin kalesi olarak bilinen Silahlı Kuvvetler’e sızmak.

Aynı günlerde İstanbul’un Pendik, Çengelköy, Beşiktaş, Ortaköy gibi semtlerindeki bazı evlerde de Kuleli Askeri Lisesi’nin öğrencileri hafta sonlarında benzer direktifler alıyorlar. İzmir Maltepe Askeri Lisesi’nden bazı öğrenciler de aynı amaçla hummalı bir faaliyeti kendi kentlerinde sürdürüyorlardı. Alınan direktifler saflara yeni öğrenciler katmak yolundaydı. Kimi öğrencilerin kendilerine gösterdikleri yakınlık bu genç örgütçüleri oldukça umutlandırıyordu. Kısacası Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ’un uyarılarına kadar her şey yolunda gidiyordu. Genelkurmay Başkanının ”İrtica faaliyetlerine katıldıkları hakkında kesin kanaat uyandıran Silahlı Kuvvetler mensuplarının bildirildiğinden 24 saat içerisinde sicilen ve resen emekliye çıkartılmasını” emretmesiyle harekete geçiliyor, İstanbul Kuleli, Bursa Işıklar ve İzmir Maltepe Askeri Lise’lerinde önceden tespit edilen dinci sızma faaliyetleri ile ilgili çalışmalar böylece hız kazanıyordu.

İlk olarak Kuleli’de büyük bir soruşturma başlatıyordu. İstihbarat Subayları’nın tespit ettiği bazı öğrencilerin ifadelerinin alınmasıyla soruşturma derinleştirilince, olayın tahmin edilenden de önemli boyutlarda olduğu gerçeğiyle karşılaşılacaktı. İfadeler ışığında öğrencilerin hafta sonları toplantı yaptıkları evler tespit ediliyor, kendilerini yönlendiren siviller belirleniyor, kısacası tüm ilişki ağı çorap söküğü gibi ortaya çıkartılıyordu. Sonuçta dinci faaliyetlere katıldıkları kanıtlanan 100’e yakın öğrencinin ifadesi alınıyor, bunların içerisinde yönlendirici konumda olan 33 tanesinin okulla ilişiği kesiliyordu. Okuldan atılmayanlara ise ihtar cezası veriliyor, yakın denetime alınıyorlardı.

Soruşturmanın kuşkusuz en önemli bulgusu Kuleli’deki şeriatçı örgütlenmenin ardında tek bir grup vardı: Fethullahçılar…

Ahtapotun kolları

1970’li yıllarda Fethullah Gülen adlı bir vaiz tarafından kurulan örgüt genellikle yükseköğrenim gençliğine yönelik etkinlikleriyle büyük bir atılım yapmıştı. Said-i Nursi’nin Nur Risalelerini okuyan Fethullahçılar pozitif bilimlere verdikleri önemle de dikkati çekiyorlardı. Devletle sürtüşmeye girmemeye büyük titizlik gösteren grubun orduya sızmaya çalışması değişen taktiklerinin bir parçasıydı.

Kuleli’deki operasyonun ardından, Ankara’da askeri lise yöneticileri Genelkurmay’da toplantıya çağrılıyor, elde edilen bulgulardan hareketle soruşturmaların yaygınlaştırılması kararlaştırılıyordu. Nitekim Bursa Işıklar’da 16, İzmir Maltepe’de 17 öğrencinin daha aynı grupla bağlantılı olduğu saptanıp ordudan uzaklaştırılıyorlardı. Atılanların dışında Kuleli’de olduğu gibi birçok öğrencinin de kulağı çekilmişti. Ayrıca Ankara’da Kara Harp Okulu’nda, Heybeliada Deniz Lisesi’nde, Beylerbeyi Astsubay Okulu’nda benzer soruşturmaların sürdüğü söyleniyordu.

Basılan, terk edilen evler

”Bir gün okul çıkışında yanıma biri yaklaştı. Benim zeki bir öğrenci olduğumu bildiklerini, istersem fen liseleri sınavına hazırlanmak için düzenledikleri parasız kurslara katılabileceğimi söyledi. Ben de gittim.”

Halen Kuleli’de okuyan A., gittiği evde fen öğretmeni M.Ş. ile din dersi öğretmeni İ.Ç.’yi belirterek, kendisini onların önermiş olabileceğini söylüyordu. Evde yoğun bir şekilde fen kursları veriliyordu. Ek olarak da Nur Risaleleri okunuyor, video kasetleri izleniyordu. Durumdan haberdar olan ailesinin uyarısıyla A. kurslara devam etmekten vazgeçmişti. Ancak Fethullahçılar kendisini daha sonra okumaya başladığı Kuleli’de yeniden bulacaklardı.

A., birkaç kez Ortaköy’deki bir apartman dairesine okuldan arkadaşları tarafından götürüldüğünü, orada Nur Risaleleri, Sızıntı dergisi gibi yayınlar okunduğunu, kasetler izlendiğini, toplu namazlar kılındığını söylüyordu.

Nitekim söz konusu eve, ev sahibiyle birlikte giden Nokta muhabirleri terk edilmiş bir evle karşılaşıyorlardı. Evde mobilya, yatak cinsinden hiçbir şey kalmamıştı. Odalarda eski giysiler,ders kitapları ve bir koli içerisinde dini yayınlar bırakılmıştı. Duvarlarda Sızıntı dergisinin takvimi, aynı dergiden kesilmiş sayfalar evi terk edenler hakkında ipuçları veriyordu. Anlaşılan Kuleli’deki soruşturma haberi ev sakinlerinin apar topar evden kaçmalarına yol açmıştı. Apartmanda oturanlar evde Kabataş Erkek Lisesi ve İTÜ’den öğrencilerin kaldığını, ancak özellikle hafta sonları evin dolup dolup boşaldığını, bunların içerisinde askeri öğrencilerin de bulunduğunu anlatıyordu. Bazı sabahlar Kuran sesleriyle uyandıklarını da sözlerine ekliyorlardı.

Bursa Altıparmak’taki Sönmez Apartmanı’nın birinci katı da bir zamanlar aynı işlevi görmüştü. Onur Aksüzek adındaki Fethullahçı mühendis ailesiyle yerleşeceğini belirterek kiraladığı dairede askeri öğrencileri ve diğer gençliği örgütlemeye çalışmıştı. Güvenlik güçlerinin bu eve yaptığı operasyonlarda ise Sızıntı ve yurtdışınsa basılan Hodri Meydan dergileri, video kasetler, teyp kasetleri bulunmuş, eve devam ettiği tespit edilen 10 askeri öğrencinin okullarıyla ilişkileri kesilmişti.

Çalışan Kazanır!

Öğrencilerin verdikleri ifadelerde Fethullahçıların askeri liselere sızmak amacıyla disiplinli bir çalışma yürüttükleri göze çarpıyordu. Askeri liselere girmek için Fen Lisesi sınavlarında üstün başarı göstermek, ek olarak, yapılan ikinci bir sınavı geçmek ve subaylığa elverişli bedensel özelliklere sahip olmak gerekiyordu. İlk aşamada Fethullahçılar okullara sokmak istedikleri gençleri yoğun bir şekilde fen derslerine hazırlamışlardı. Grup üyelerinin akrabalarından ve özellikle de Anadolulu yoksul ailelerden gelme zeki ve çalışkan ortaokul öğrencilerinden seçilen adaylar küçük şehirlerde evlerde, büyük şehirlerde ise grubun denetimindeki özel dershanelerde kurs görmüşlerdi.

Öğrenci ifadelerinde, İzmir’deki Akyazılı Orta ve Yüksek Öğretim Vakfı’na bağlı Akyazılı Oyev Dersanesi ile, İstanbul’daki Fırat Eğitim Merkezi Dersanesi’nin adı geçiyordu. Söz konusu dersanelerin yöneticileriyle konuşmaya çalışan Nokta muhabirleri her ikisinde de kendilerine muhatap bulamamışlardı. FEM’de müdür yardımcısı Ali Örer yetkili olmadığını, Müdür Mehmet Demircan’ın ise henüz gelmediğini belirtiyordu. Bir başka ”yetkisiz” müdür muavini Eyüp Kılcı’ya göre ise Demircan zaten iki gündür Ankara’daydı ve bir müddet gelmeyecekti.

İzmir’deki dersanenin yetkilileri ile görüşmek de mümkün olmayacaktı.

Dönen Dolaplar

”Belkemiğimden özürlüydüm. Rahat hareket edemiyordum. Akyazılı Dersanesi’ndekilere ‘Beni subay yapmazlar dedim.’ ‘Biz hallederiz’ diye cevap verdiler.”

Bu sözlerin sahibi olan genç Bursa Işıklar Lisesi’nde hazırlık sınıfı öğrencisiydi. Aynı şekilde Kuleli’de de kulağı aktığı için subay olma şansını yitirecek bir öğrencinin Fethullahçılarla ilişkide olduğu soruşturmalar sırasında ortaya çıkmıştı.

Ayrıca Fethullahçılar’ın hazırladıkları çocuklara, askeri lise sınavları öncesinde, 36 adet edebiyat sorusu verdikleri iddia ediliyordu. Söylentiler, soruların Kara Kuvvetleri soru bankasından çalındığı üzerine yoğunlaşıyordu.

Öğrencilerin ifadelerinde başka ilginç noktalar da vardı. Örneğin Fethullahçılar sınav merkezlerine bizzat getirip, gruba ait evlerde barındırdıkları öğrencilerin peşini kolay kolay bırakmıyorlardı. Fethullahçılar’ın bedava kurslarına gidip, okula girince ilişkisini kesen Işıklar Lisesi öğrencisi K., İstanbul’daki ailesinin sürekli olarak telefonla rahatsız edildiğini söylüyordu. K.’yi aralarına dönmezse ihbar etmekle tehdit ediyorlardı.

Gerek sınavlara hazırlanırken, gerekse de daha sonraları öğrenciler, kendilerine çok iyi muamele edildiğini anlatıyorlardı. Fethullah Hoca’nın kasetlerinden bıkmasınlar diye kendilerine taekvando, karate filmleri gösteriliyor, sık sık pikniğe çıkılıyordu. Ayrıca yoksul öğrencilerin ailelerine de maddi yardım yapılıyordu.

Ya Fethullah Hoca? Askeri okulları karıştırmayı ”başaran” Fethullah Hoca nerelerdeydi? Nokta’nın tespitlerine göre, İzmir’deki evinde uzun süredir görünmüyordu. Sık sık geldiği İstanbul’da da. Bir söylentiye göre Erzurum’a gitmişti. Ama nerede olursa olsun, kendisini bir eve kapatıp ”2000’li yıllara kadar dişini sıktığı” söylenebilirdi.

fethullahci dinci grup

Kaynak : MEDYASCOPE

HASTANE…

$
0
0
HASTANE…
Tarih: 30 Aralık 1898 idi…
 
O gün, Sultan Abdülhamit Han’ın doğum günüydü.
 
Fakat o gün sadece Sultan Abdülhamit’in doğum günü değildi.
 
O gün dünya, aynı zamanda modern Türk tıbbının doğumuna da şahitlik ediyordu.
 
İşte o gün, yapılan görkemli bir törenle "Gülhane Seririyat Hastanesi" adında bir hastane hizmete girdi.
 
“Gülhane” adını bizzat Sultan Abdülhamit vermişti.
 
“Gülhane isminin esin kaynağı ise Topkapı Sarayı’nın “Gülhane Bahçesi” idi. Çünkü ilk kurulduğu yer Topkapı Sarayı girişi alt kısmındaki gül bahçesinin hemen yanı idi.
 resim 7
Amaç, Türk ordusunun seferlerdeki sıhhi ihtiyaçlarının karşılanması ve bu alandaki sorunların giderilmesiydi.
 
1914 yılında, Gülhane'deki askeri hekimlik eğitimleri daha da modernleştirilerek arttırıldı ve bu nedenle “Gülhane Seririyat Hastanesi” ismi değiştirilerek "Gülhane Tatbikat-ı Askeriye Tatbikat Mektebi ve Seririyatı" yapıldı.
 
Artık orası bir Askeri Tıp Uygulama Okulu ve Hastanesi’ydi.
 
Ülkemizin 2’nci Dünya Savaşı’na girmesi tehlikesi ortaya çıkınca, 21 Temmuz 1941'de İstanbul'dan Ankara’ya taşındı. Taşınırken tam 28 vagonluk bir tren katara sığdırılabilmişti.
 
Ankara’da “Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü ”ne yerleştirildi, daha sonra Kara kuvvetleri Komutanlığı binasına ve oradan da Etlik ’deki binasına taşındı.
 
1947’de “Gülhane Askeri Tıp Akademisi” adını aldı.
 
Kısa Adı: “GATA” idi.
 
Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Kıbrıs Barış Harekâtı’nda yurt savunmasına çok önemli katkılarda bulundu.
 
Cumhuriyet’in ilk yıllarında; milletimizin başına bela olan frengi, sıtma, verem ve trahoma gibi hastalıklara karşı başlatılan savaşta en ön saflarda savaşarak başarılı oldu ve Türk milletinin geleceğine sağlıklı nesiller armağan etti.
 
Son 30 yıldır sürdürülen terörle mücadelede ise Gülhane’nin ve diğer askeri hastanelerimizin katkıları tartışılmazdır.
 
Öyle ki, “Gülhane” demek artık sadece Hastane demek değildi…
 resim 1
Peki ya neydi?
 
Artık Gülhane: Kolsuz gazimize kol, ayaksız gazimize ayak, kimsesiz gazilerimize ise dayanaktı…
 
Sadece bu mu? Tabi ki hayır.
 
GATA aynı zamanda milletimize hizmet yolunda ilklerin de merkeziydi.
 
*Türkiye’nin ilk modern tıp kütüphanesi burada kuruldu.
 
*İlk Radyoterapi Merkezi,
 
*İlk Yanık Tedavi Merkezi,
 
*İlk olarak Mikro cerrahi Eğitim ve Araştırma Merkezi,
 
*İlk Uyku Merkezi,
 
*İlk Nükleer Tıp Merkezi,
 
*İlk Biyomedikal Mühendislik Merkezi,
 
*İlk Hava ve Uzay Hekimliği Merkezi,
 
*İlk Yüksek Lisans Doktora Planlama ve Koordinasyon Merkezi,
 
*İlk Deniz ve Sualtı Hekimliği Merkezi,
 
*İlk Tıp Araştırma Geliştirme Merkezi burada açıldı.
 
*İlk otolog ve allojeneik kemik iliği nakli burada gerçekleştirildi.
 
*İlk Pankreas ve böbrek (birlikte) nakil operasyonu burada yapıldı.
 
*İlk bağırsak nakli burada uygulandı.
 
Dünyanın en başarılı ortopedik protezleri (sizin anlayacağınız takma kol ve bacaklar) burada üretildi ve gazilerimize burada takıldı.
 
“Gülhane Müsamereleri” adı verilen tıbbi toplantılar, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan tıbbi bilgi ve kültür aktarım çabalarının, mihenk taşları arasında yer aldı.
 resim 2
Osmanlı ve T.C. döneminde kurulan bütün modern sivil hastaneler Gülhane’nin bağrından çıktı. O Türk tıbbının anası idi.
 
Bir de GATA’ya bağlı, gazilerimize hizmet için kurulmuş bir rehabilitasyon merkezimiz vardı. Yıllar içinde ortaya çıkan büyük bir birikimin sonucuydu ve bu merkez gazilerimizin hem dayanağı, hem sığınağı, hem tedavi merkezi hem de yuvasıydı. Üstelik bu merkez devletin parasıyla değil, kadirşinas Türk milletinin bağışlarıyla kurulmuştu…
 
Fakat, gün geçti devran döndü!
 
Kahraman Türk ordusunun içine yerleştirilen bir kısım hain, hainliğini yaptı ve milletinin verdiği silahı yine kendi milletine doğrulttu!
 
Tarih 15 Temmuz 2016 idi…
 
Bu hainler Türk ordusunun sadece yüzde bir buçuğunu oluşturuyordu ve bu kalkışma aslında yine Türk ordusu tarafından bastırılmıştı.
 resim 3
Ama neye yarardı ki?
 
Artık devir OHAL devriydi…
 
Takvimler 31 Temmuz 2016’yı gösterirken bir kararname çıkarıldı.
 
Kanun değildi ama kanun hükmündeydi…
 
Sayı Numarası "669" idi.
 
Amacı ise; “darbe teşebbüsü ve terörle mücadele çerçevesinde ZARURİ olan tedbirlerin alınması” idi.
 
Şaka gibiydi. Ama işte bu amaçla, GATA ve bütün askeri hastaneler kapatıldı!
 resim 4
Bu merhum hastanelerin hangileri olduğunu merak ediyorsanız, "darbe teşebbüsü ve terörle mücadele konusunda zaruri tedbir olarak"; GATA Ankara Eğitim Hastanesi, GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi, Ankara'daki Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi Başkanlığı, Bursa, İzmir, Diyarbakır, Erzurum Mareşal Çakmak, Ankara Etimesgut, İstanbul Kasımpaşa, İstanbul Gümüşsuyu, Ankara Mevki, Tekirdağ Çorlu, Eskişehir, Kocaeli Gölcük, Balıkesir, Çanakkale, Elazığ, Girne, Isparta, Van, Kayseri, Ağrı, Muğla Aksaz, Erzincan, Konya, Amasya Merzifon, Bitlis Tatvan, Hakkâri, Adana, Balıkesir Edremit, Çanakkale, Gelibolu, Kars Sarıkamış ve Şırnak asker hastaneleri kapatıldı ve tarihe karıştırıldı!
 
Buralardaki askeri personelin birçoğu hiçbir suç işlemedikleri halde üzerlerine yapıştırılan yafta ile onurlarını ve onurla taşıdıkları üniformalarını da kaybettiler!
 
Bu kararla toplamda 33 askeri hastane, 8 “E” grubu dispanser, 5 bin 700 eğitimli askeri personel Sağlık Bakanlığı’na devredildi.
 
SGK Genel Müdürü Gazi Alataş tarafından o günlerde yapılan bir açıklamada: “Devredilen askeri hastanelerle 5 bin 600 yatağın daha sigortalılar için hizmete açıldığı” vurguladı. Ayrıca SGK Müdürü tarafından “sigortalıların yanı sıra er ve erbaşların bu hastanelerden yüksek kalitede hizmet almaya devam edecekleri” belirtildi. İster inan ister inanma.
 
Ne desek ki, “he yav he”
 
Oysa sağlık meslek örgütleri tarafından, Sağlık Bakanlığı’na bağlı Sağlık Bilimleri Üniversitesi “sağlıkta dönüşüm” sürecinin yeni bir “Truva atı” olarak algılanıyor. Geçtiğimiz yıl içerisinde de birçok eğitim hastanesi bu üniversiteye bağlamıştı. Böylece önümüzdeki 20 yılın akademik kadroları üniversitelerin özerk yapıları yerine Sağlık Bakanlığı’nca dizayn edilecek. Şimdi buna GATA da eklenmiş oldu.
 
Bu kapsamda SSK ilaç fabrikası da kapatılmıştı.
 
Hâlihazırda açık tek kamu ilaç fabrikası ise MSB İlaç Fabrikasıdır.
 
Bu fabrikanın da kapatılma potasında olduğunu tahmin etmeniz için sanırım kâhin olmaya da gerek yoktur.
 
Bu arada, önümüzdeki dönemde yapılacak ilk özelleştirmeye (parsel parsel satışa da diyebiliriz); çok değerli askeri, sağlık arazi ve binalarından başlanacağını da öngörebilirsiniz.
 
İyi güzel, üzerinde fazla düşünmeden ve hizmet ettiğiniz milletin fikrini almadan "zücaciye dükkânına dalan bir fil gibi" milletin köklü ve sistemli kurumlarına girip neredeyse her şeyi alt üst ettiniz, fakat bir eline silah bir eline neşter verip, çatışma bölgelerine hangi sivil doktoru göndereceksiniz?
 
Kuş uçmaz kervan geçmez üs bölgelerine Doktor Ayşe hanımı mı tayin edeceksiniz?
 
Bilinmelidir ki, askeri doktor aynı zamanda askerdir. Tıp eğitiminin yanında askerlik eğitimi de alır ve gerekirse bulunduğu birlikte eline silah alıp çatışmaya da girer. Askeri doktorluk sivil doktorluktan çok ayrı bir meslektir.
 resim 5
*Askeri doktor; askeri birlikte, cephede yetişir.
 
*Askerle birlikte silah ve teçhizat kuşanır.
 
*Dağda onunla yürür, gerekirse onunla birlikte savaşır…
 
*Kurşun vızıltıları altında kanamaya tampon yapar, serum takar, dikiş atar.
 
*Gerekirse sürünerek, gerekirse sürüyerek Mehmetleri ateş hattından çıkarır ve ona Allah’ın izniyle yeni bir hayat bahşeder.
 
*Şartlar ne kadar çetin olursa olsun onunladır, onun yanındadır, komutanıdır, abisidir, silah arkadaşıdır ve onun koruyucusu/kurtarıcı meleğidir.
 
*Hiç çatışmaya girdiniz mi bilmem, ama böyle bir durumdaki Mehmetçik için doktor büyük olaydır, büyük güvencedir.
 
Şimdi siz Mehmetçiğin yüreğindeki bu büyük güveni, bu büyük dayanağı çektiniz ve aldınız!
 
Siz ister kabul edin, isterseniz de etmeyin ama harp yaralanmaları ve harp cerrahisi diye bir gerçek vardır. Hap yarasını da en hızlı şekilde harp doktoru tedavi eder. Bunun kimyasal silah etkileri var, radyasyonu var, denizaltı hekimliği, yanık hekimliği var, var oğlu var yani...
 
Askerler, milleti adına aldıkları çok tehlikeli ve bazen de bir o kadar da gizli görevleri yaparlarken; sadece gözlerini, kulaklarını, ellerini ve ayaklarını kaybetmezler.
 
Tunç yürekli ve çelik bilekli olsalar bile psikolojileri bozulur, hatta akıllarını bile kaybedebilirler.
 
İşte bu vaziyetteki hastaların tedavisi de mahrem koşullar gerektirir. Hastanın bu hale nasıl geldiğine dair birliklerinden, komutanlarından ve görev arkadaşlarından detaylı raporlar istenir ve bu raporlar ile operasyon tutanaklarından da faydalanılarak, neden sonuç ilişkisi analiz edilerek teşhis konulur ve bu askerler tedavi edilmeye çalışılır.
 resim 6
İşte bu raporlar ve operasyon tutanakları devletin, milletin ve personelin bekası açısından birçok gizli bilgiyi de içerir.
 
Bu gizlilik; birliklerimizin ve personelimizin yumuşak karnı sayılabilecek her türlü zayıf, eksik ve gedik taraflarımızı içerdiği gibi, göreve gizlilik derecesi verilmesine sebep olan, milli menfaatlerimizle ilgili birçok mahremiyeti de içerir.
 
Şimdi düşünün... Bu gizli bilgiler düşmanın eline geçince halimiz nice olur?
 
Şimdiye kadar bu hastaları tedavi edenler de askeri psikiyatristler olduğu için gizlilik ifşa olmaz ve kurum içinde kalırdı.
 
*Şimdi siz bu gizli raporları, mahremiyet içeren olay tahkikatlarını ve operasyon tutanaklarını sıradan bir hekime mi değerlendirteceksiniz?
 
*Bu gizli evraklar devlet hastanelerinin bankolarında veya hemşire masalarında mı gezecek?
 
*Peki, o hastaları nasıl tedavi edeceksiniz?
 
*Gizliliği nasıl koruyacaksınız?
 
*Gizliliği koruyamazsanız, hastanızı tam 12’lik bir daire hedefi haline getirmiş olmayacak mısınız?
 
*Devletin ve milletin menfaatlerine zarar vermiş olmayacak mısınız?
 
*Siz onun psikolojisini düzelseniz bile, kişi ifşa olduğu için dışarıda kurşunların hedefi olmayacak mı?
 
Bugün siz Güneydoğu’da bir doktor üsteğmeni operasyonda elinde silahıyla görebilirsiniz. Fakat bundan sonra, hiçbir sivil doktoru o timin içine sokamazsınız.
 
Bir gemiye, bir denizaltıya atayacağınız sivil bir doktoru, konserve kutusu kadar bir alanda ve haftalarca nasıl tutacaksınız? Tutsanız bile sağlık hizmeti vermesini nasıl sağlayacaksınız?
 
Bir personel yaralandığında, örneğin; Diyarbakır’daki en güvenilir hastane askeri hastanedir. Diğer hastanelerdeki yöresel personel terör örgütüne iltisaklı ve hatta üye olabilmektedir.
 resim 8
Kan verilmediği için şehit olan çocukları duyduk!
 
“Bırakın ağrı çeksin!” dercesine, kayıtsız kalanları ve bu durumdan adeta zevk alanları bizzat gördük!
 
Güneydoğudaki devlet hastanelerine zorunlu olarak yatırılan yaralı gazilerin PKK’lı doktor ve hemşireler tarafından taciz edildikleri, doğru dürüst tedavi edilmedikleri ve hatta bilerek ölüme sürüklendikleri iddialar arasındadır!
 

İddialardan da öte acı bir gerçektir! (İnanmazsanız bkz.:

http://www.ensonhaber.com/yarali-askerleri-tedavi-eden-hems…,
http://www.hurriyet.com.tr/vanda-surekli-yarali-askerlerin-… )

 
Görülüyor ki, GATA ve askeri doktorluk Türk Silahlı Kuvvetleri için alternatifi olmayan mutlak bir ihtiyaçtır.

Bu ihtiyaç sadece Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir ihtiyacı mıdır?
 
Dünya orduları askeri sağlık ihtiyacını nasıl karşılıyor dersiniz?
 
Dünyada her ordunun mutlaka askeri doktoru ve askeri sağlık sistemi vardır. Fransa’da Paris’te bulunan Val de Grace Askeri Hastanesi GATA’nın bir benzeridir. Hopital des Armees adlı hastaneler ise bizdeki askeri hastanelerin karşılığıdır. Amerika’daki, Almanya’daki ve İngiltere’deki askeri hastaneler neredeyse herkesin malumudur. Uzayda bile yaşıyorsanız bir Amerikan askeri filmi seyredin yeter. Hiçbir tehdit altında olmayan Belçika ordusunda bile askeri hastane sistemi vardır.
 
En fazla açığa alma Milli Eğitim Bakanlığı’nda oldu. Milli Eğitim Bakanlığı kapatılmadı.
 
Üniversite hastanelerinde ciddi sayıda hekim görevden alındı. Hiç kimse Üniversite hastanelerini Sağlık Bakanlığına bağlamaya kalkmadı.
 
En çok FETÖ yuvalanması olduğu değerlendirilen bakanlıklardan birisi Sağlık Bakanlığı olduğu halde, o bakanlık kapatılmadı.
 
Polis teşkilatından yapılan FETÖ gözaltıları ve ihraçları TSK’dan kat be kat fazla ama emniyet teşkilatının hiçbir teşekkülü kapatılmadı.
 
Peki, o zaman askeri hastaneler neden kapatıldı?
 
Kapattınız kapatmasına ama şu soruları sormak sanırım her vatandaşın hakkıdır:
 
*Kıtalarda görev yapan asker hekimlerin yerini nasıl doldurulacaksınız?
 
*Uçuş doktoru kim olacaktır?
 
*Gemilerde kim aylarca sefere çıkacaktır (Hangi sivil doktor sadece maaş alarak, gemilerde aylarca görev yapacaktır.)?
 
*Pilotların fizyolojik eğitimini hangi hekimler verecektir?
 
*Aklını yitiren ve psikolojisi bozulan askeri personeli, gizliliği ihlal etmeden kim tedavi edecektir?
 
*Terörle mücadelede ve savaş sırasında hangi sivil doktor birliklerimizle beraber çatışmanın ortasına girecektir?
 
*Çatışmadan gelen yaralı Mehmetler, sivil hastanelerde kurda kuşa yem olmaktan nasıl korunacaktır?
 
*Gazilerin rehabilitasyonu ve topluma hazırlanması nasıl yapılacak?
*Sualtı hekimi kim olacaktır? (Hiçbir maddi hiçbir getirisi olmayan bu alanda kim uzmanlık eğitimi alacaktır?)
 
*Askere alım, özel personel seçimi, atamaya esas raporlar, sınıf değişiklikleri, askerden ayrılma vd. gibi özel bilgi birikimi gerektiren raporları kim verecektir.

 

Askeri hastaneler alelacele sivilleştirilerek gömleğin ilk düğmesi kanımca yanlış iliklenmiştir. Buna bağlı olarak diğer düğmeler de yanlış iliklenmeye devam edilmektedir. Bütün düğmeler iliklere geçirilmeden bu yanlıştan bir an önce dönülmelidir. Çünkü düzeltebilmek için bütün düğmelerin çözülerek yeniden iliklenmesi gerekecektir. Bu da ülkemiz için trilyonlarca para ve yıllarca boşa harcanmış zaman demektir!
 
Unutulmamalıdır ki, dünyanın ilk hayvan hastanesi olan “Gurabahane-i Lakla-kan”ın (Düşkün Leylek Evi); 19’ncu yüzyılda Anadolu’da (Bursa) Türkler tarafından kurulmuş ve bu hastanede; Başta leylekler olmak üzere, göçmen kuşların bakım ve tedavileri yapılmıştır. Geçmişte leylekler için bile bir hastane kuran bir milletin, kendi öz evlatları olan askerleri için var olan hastaneleri yok etmesi çok gariptir.
 
Bu garabetin hesabını da o kararnamenin altında imzası olan sizler vereceksiniz ve vebaline de yine sizler katlanacaksınız.
 
Çünkü millete sormadınız. Milletin meclisi ise size o yetkiyi bunun için vermedi.
 
Şu anda Türk Ordusu, dünyada askeri hastanesi ve askeri tabibi olmayan tek ordu haline getirilmiştir!
 
Bu yaptığınız yanlışlar nedeniyle daha kaç Mehmet acı ve ağrı çekecek?
 
Kaç Hüseyin hastanelerde zehirlenecek?
 
Kaç Ali arazide müdahale edilemediği için kan kaybından gidecek?
 
Peki, daha kaç kınalı kuzu toprağa verilecek?
 
Kaç İbrahim? Kaç İsmail? Kaç Hasan?
 
Eğer yüreklerinizde hala insani erdemleri taşıyorsanız, geceleri başınızı yastığa koyarken bir kez daha düşünmenizi öneririm.
 
Biliniz ki, yarın dağda kan kaybından, şehirdeki hastanede sabotajdan ve bakımsızlıktan şehit olacak her kınalı kuzunun ölümünden; önce PKK, sonra da siz sorumlu olacaksınız!
 
Sorun kendinize, "Askeri hastaneleri kapatmanın FETÖ’ye karşı yapılan mücadele ile ne alakası var?"
 
Yoklayın yüreğinizi, yüreğiniz bu vebali kaldırabilecek mi?
 
Sorun omuzlarınıza, omuzlarınız bu yükü taşıyabilecek mi?
 
Sorun aklınıza…
 
Sorun vicdanınıza…
 
Bir kere daha sorun…
 
Çünkü bu sorun, çok büyük sorun!
 
- Hasip Sarıgöz - 

Ezber Bozacak Bir Film "DAĞ-2"

$
0
0
Ezber Bozacak Bir Film

Dağ 2 filminin yönetmen koltuğuna 1981 Ankara doğumlu ”Büşra(2010), Dağ(2012) ve Panzehir(2016)” filmlerinden tanıdığımız Alper Çağlar oturmuş. Alper, çektiği bütün filmlerin senaryosunu, müziğini, kurgusunu ve yapımcılığını üstlenen çok yetenekli bir genç yönetmen. Ben, kendisine finansal destek sağlandığında Hollywood yapımlarından çok daha iyi filmlere imza atacağına yürekten inananlardanım. Alper, oyuncuları ile de iyi iletişim kurabiliyor ve onları iyi yönlendiriyor. Bu yeni filminde, 7 Bordo Bereli askerin kahramanlıklarını anlatırken kamerasını ustaca kullanmış ve VFX aksiyon görsel efektleri ile seyirciye şov hazırlamış. Makine Kimya Endüstri kurumu da askerlerimizin kahramanlıklarını anlatan filme kayıtsız kalmayarak kendi ürettiği gerçek silah ve mühimmatların tamamının filmde kullanılmasına izin vererek katkıda bulunmuş.

dag 2 1

Bugüne kadar, askerlerin yaşadıklarını anlatan Türk filmlerinde kahramanlar hep Subaylardı ve Astsubaylar, kel, çirkin,şişman, cahil ve işe yaramayan kimseler olarak resmediliyordu. Ancak; bu film ezber bozuyor ve ilk kez Türk ordusunun ”bel kemiği” Astsubayların, orduda ne kadar önemli bir yere sahip olduğu üstüne basa basa vurgulanıyor. Bu cesur anlatımı nedeniyle yönetmeni kutluyor ve aynı cesareti diğer yönetmenlerinde göstermesini bekliyorum.

dag 2 2

Yönetmen, filminde hiç bir detay atlamamaya gayret göstermiş. Seçtiği mekanlar, silahlar, kıyafetler ve makyajlarla tek tek ilgilenmiş. Yönetmene yaptığım bu kadar övgü dolu sözler, ”Dağ 2” filmini 4/4’lük bir film yapmıyor tabi ki..  Bu filminde, eksik yanları var haliyle. Detay atlamama ve karakterlerin özel yaşamlarına dokunma kaygısı, filmde temponun düşmesine ve dikkatin dağılmasına neden olmuş. Kurgu, daha akılcı ve akıcı kullanılıp, gereksiz 10-15 dakika çıkarılabilseydi daha vurucu bir yapım ortaya çıkabilirdi. Diyaloglar ise oldukça yoğun ve gereksizdi bana göre. Oysa konuşmak yerine bir bakış, bir gülüş, bir vücut hareketi, laf salatası yapmaktan iyidir ve daha çok etki yapar seyirci üzerinde. Kısaca filmin konusunu özet geçip yazımıza devam edelim arkadaşlar.

dag 2 3

DAĞ 2 FİLM KONUSU

Askerliklerinin bitmesine az kalan Asteğmen Oğuz (Çağlar Ertuğrul) ve Onbaşı Bekir (Ufuk Bayraktar), özel kuvvetlere katılmak isterler. Çok zor ve uzun bir eğitimden geçen ikili özel kuvvetlere katılmayı başarırlar. Daha ilk günlerinde, özel bir görev için Yarbay Veysel komutasında 8. Muharebe Arama Kurtarma Timi’ne (MAK) katılırlar. 7 Kişilik Tim’in görevi, Kuzey Irak’ta bir terör örgütü tarafından kaçırılan gazeteci Ceyda Balaban’ı kurtarmaktadır…

dag 2 4

Yönetmen, filminde Tim’i 7 kişiden oluşturarak ” Yedi Samuray ve Yedi Silahşörler” filmlerine de göndermede bulunmuş. Aradaki fark; onların parayı, bizimkilerin kalbinin sesini tercih etmesi. Filmde Türk askerinin kahramanlıkları çok güzel anlatılmış iyi güzel de aklıma takılan bir soru var. Soru şu: Bordo Bereliler bu kadar yetenekli ise neden 30 yıldır pkk’yı bitiremedi? Filmde bir sahnede vurgulanan ”her asker iyi değildir” repliği bu durumun özetimi? Yoksa birileri, nema kapıları kuruyacak diye terör örgütünün bitirilmesini istemeyip askerleri engelliyor mu?

dag 2 5

Filmin oyunculuklarını beğendim. Oyunculuk olarak öne çıkan ise Murat Serezli. Murat, babası rahmetli Metin Serezli ve annesi Nevra Serezli’nin genlerini inkar etmeyen ve oynadığı her rolün hakkını verebilen ender oyunculardan. Bu filmde de yarbay Veysel rolünü gerçek bir askermiş gibi perdeye yansıtırken, izleyiciye oyunculuk resitali sunmuş. Kendisini kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum. Filmin müzikleri de fena değildi. Yerinde ve tadında kullanılmış.

dag 2 6

dag 2 7

Yazının Tamamını okumak için TIKLAYINIZ

Nusret ŞEN

Ömer Halisdemir ‘vatansever’ kapitalizm kurbanı mı? Metin Gürcan

$
0
0
Ömer Halisdemir ‘vatansever’ kapitalizm kurbanı mı? Metin Gürcan

15 Temmuz gecesi darbe girişiminin başarısız olmasını sağlayan en kritik olaylardan biri Ankara’nın Gölbaşı ilçesinde konuşlu Özel Kuvvetler Komutanlığı Karargahı’nda yaşandı.

O gece emrindeki 30’a yakın özel kuvvetçiyle karargahı basan darbeci Tuğgeneral Semih Terzi karargah binasını ve özel kuvvetlerin harekat merkezini ele geçirmeye çalıştı. Şayet Terzi bunu başarabilseydi ana karargahtan emir komuta zinciri içindeymiş gibi göndereceği sözlü ve yazılı emirlerle Türkiye’nin her yerindeki özel harekat unsurlarını harekete geçirebilir, siyasilerin ve üst düzey generallerin rehin alınmasını, kritik binaların ele geçirilmesini sağlayabilirdi. Ancak Bingöl’den helikopterle Ankara’ya gelen Terzi ekibiyle birlikte karargahın kapısından içeri girerken arkadan yaklaşan biri kendisine yaklaşarak başına iki el ateş etti. Bu kişi, daha sonra Türkiye’de aylarca konuşulacak ve ‘darbeyi durduran, ülkeyi kurtaran kahraman’ diye anılacak olan Astsubay Kıdemli Başçavuş Ömer Halisdemir’di. Halisdemir o gece kaçmaya çalışırken darbeciler tarafından öldürüldü.

Halisdemir emir astsubayı olduğu için kendisini arayan Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Sezai Aksakallı’nın Semih Terzi’yi ne pahasına olursa olsun durdurma konusundaki emrini canı pahasına yerine getirmişti. 1999 yılında beraber Özel Kuvvetler Kursu gördüğümüz ve bir sene aynı timde çalıştığımız Halisdemir vatansever ve cesur bir asker olarak komutanının emrini gözünü kırpmadan yerine getirdi ve o gece demokrasiye, millete kast eden darbecilerin önünde kahramanca durdu.

Halisdemir’in darbe girişimi 16 Temmuz sabahının ilk saatleriyle savuşturulduktan sonra ortaya çıkan hikayesi milyonları etkiledi. Çobanlıktan kazandığı parayla eğitimini karşılayan askerin kahramanlığı artık herkesin dilindeydi.

Ankara’da yaşayan eşi ve çocukları ile Niğde’nin Çukurkuyu beldesinde ikamet eden çiftçi anne ve babasının onurlu duruşları bir ‘halk kahramanına’ dönüşen Halisdemir’in hikayesini daha da büyüttü.

Yüz binlerce insan Halisdemir’in resmini Twitter, Facebook gibi platformlarda profil resmi olarak kullandı. Adına açılan #ömerhalisdemirhavalimanı gibi etiketler sosyal medyada günlerce üst sıralarda yer aldı. Mezarının olduğu Çukurkuyu ilçesini şu ana kadar 300 bini aşkın kişi ziyaret etmiş durumda.

Türkiye’nin değişik illerinde 20’den fazla okula, yüzlerce sokağa, kütüphaneye, spor tesisine ve parka onun adı verildi ve resmi asıldı. Pek çok AKP’li ve MHP’li belediye Halisdemir’in heykelini dikti.

Memleketi Niğde’deki üniversitenin adı Ömer Halisdemir Üniversitesi olarak değiştirildi. Türk parasının üzerine adının ve resminin basılması teklif edildi.

Genç erkekler arasında ise Halisdemir’in resminin saça kazındığı tıraş şekli çok rağbet gördü. İstanbul, İzmir ve Niğde’deki onlarca kuaför Halisdemir’in resmini saça kazıdıkları tıraşların promosyonunu yapıyor.

1 Temmuz’dan sonra doğan bine yakın erkek çocuğuna Halisdemir’in adı verildi, bebeklerin nüfus cüzdanlarıyla çekilen fotoğrafları sosyal medyada en çok beğenilen resimler arasına girdi.

Ekim ayı başında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Ömer Halisdemir’in Ankara Etimesgut’taki mütevazı evini ziyaret etti. Halisdemir’in ‘kahramanlık hikayesi’ bu ziyaretle daha da büyüdü.

Ve en sonunda halkın bağrına bastığı, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AKP ve MHP’li siyasetçilerin yoğun ilgisine mazhar olan kahramanın hikayesi Türkiye’de yeni bir banal milliyetçilik dalgasının doğmasına yol açtı. Halisdemir hem siyasi hem de ekonomik girişimciler tarafından keşfedildi.

Bu keşfin, yeni bir ‘vatansever’ kapitalizm dalgasına sebep olduğunu söylemek gerekiyor. Zira kahraman askerin ismi çeşitli firmaların projelerinin pazarlamasında bir ticari reklam malzemesi olarak kullanılmaya başlandı. Hikayenin çarpıcılığını ilk keşfeden ise doğal olarak ‘ticari zekası yüksek’ inşaat sektörü oldu. İstanbul, İzmir ve Sakarya şehirlerinde bazı inşaat şirketleri “Ömer Halisdemir” ismiyle site projeleri başlattı.

Örneğin, Sakarya’daki bir inşaat şirketi son lüks site projesini “Konforlu yaşamın yeni adresi: Şehit Ömer Halisdemir Sitesi” diye tanıttı ve “Şehidimizin adını sitemizde yaşatalım” sloganıyla satışa sundu. Ancak kamuoyundan gelen tepkiler üzerine reklamlar geri çekildi.

metin gurcan 1

Al-Monitor’a konuşan ve ismini vermek istemeyen İstanbul merkezli bir organizasyon şirketi bu güne kadar İstanbul’da çoğu AKP’li pek çok belediyeye Ömer Halisdemir’i anma etkinliği yaptıklarını vurgulayarak belediyelerden bu konuda yoğun talep geldiğini anlatıyor. AKP’li belediyeler Halisdemir’i anmak için hatim ve mevlüt gibi dini temaların ağır bastığı etkinlikleri tercih ederken, MHP’li belediyeler ise programlarında daha çok şiir ve müziklerle süslenmiş milliyetçi temaları kullanıyor.

metin gurcan 5

metin gurcan 3

Yapım şirketleri de Ömer Halisdemir hakkında belgeseller çekmek, hatta sinema filmleri yapmak için kolları sıvadı.

Halisdemir’in hayatını konu alan ilk belgesel "Ben Ömer," Antalya Film Festivali’nde yoğun ilgi gördü. Belgeselin Yönetmeni Mesut Gengeç şöyle konuştu: "Projeyi ilerletmeyi düşünüyorum. Çünkü şehidimiz, Anadolu'nun yiğit bir evladı. Nasıl bir toprakta doğduğu, çocukluk, lise yılları, ilk askerlik günleri ve sonraki süreçlerde yaşadıklarını herkes bilmeli.”

Tur şirketleri ise Halisdemir’in mezarına belediyelerce organize edilen ziyaretlerin çok ilgi çektiğini belirtiyor.

Halisdemir sadece ticari değil siyasi girişimciler tarafından da sık sık kullanılıyor. Halisdemir’in hikayesi gazetelerde, çizgi romanlarda ve siyasetçilerin konuşmalarında “vatanı için kendini sorgusuzca feda eden asker” olarak sık sık anılıyor.

Ömer Halisdemir’in ismini taşıyan anahtarlıkların, tespihlerin, resminin basılı olduğu saatlerin, çakmakların, tişörtlerin ve araba çıkarmalarının piyasaya çıkması da askerin kahramanlık hikâyesinin hem vatansever kapitalizm hem de banal milliyetçiliğin odağında yer aldığını gösteriyor.

metin gurcan 4

Halisdemir’in ailesi ise kahramanın hatıratını bu kıskaçtan çıkarmaya çalışıyor. Avukatları aracılığıyla mahkemeye başvuran aile şu açıklamayı yaptı: “Şehidimiz Ömer Halisdemir isminin ve resminin filmlerde kullanılmasına, reklamlarda araç olarak kullanılmasına, kar amacı güden şirket ya da işletmelerde kullanılmasına, vakıflar, dernekler ve sivil toplum kuruluşları tarafından kullanılmasına muvafakatimiz yoktur. Aksini yapanlar hakkında yasal yollara başvurulacaktır."

Ancak Türkiye’de 15 Temmuz sonrası köpüren ‘vatansever’ kapitalizm ve banal milliyetçilik düşünüldüğünde ailenin Şehit Ömer Halisdemir’in aziz hatırasını korumada epey zorlanacağını söylemek mümkün.

Metin GÜRCAN
http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2016/11/turkey-coup-attempt-turning-hero-commercial-commodity.html

Özel Kuvvetler'de ne yapılmak isteniyor?

$
0
0
Özel Kuvvetler'de ne yapılmak isteniyor?
Prof.Dr.Ümit Özdağ, yayınlanan bir yazısında TSK’nın en gözde kurumlarından olan Özel Kuvvetler’e personel alımı yöntemine dikkat çekiyor; “Özel Kuvvetler personeli arasında tam bir infialin hakim olduğunu söyleyebilirim. Sokaktan Özel Kuvvetlere subay ve astsubay toplamak, Türk Ordusu’nun bu güzide kurumuna yapılan ağır bir saldırıdır.”
 
Yazısının bir bölümünü sunuyoruz…
 
* * *
 
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin SAT ve SAT ile birlikte en seçkin birliği olan Özel Kuvvetler Komutanlığı’na sivil kaynaklardan 200 subay ve 500 astsubay alınmasına karar verilmiştir. Bu sakat adımın nedeni, Özel Kuvvetler Komutanlığına sızmış FETÖ’cülerin tasfiyesi ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesindeki personelini artık silahlı kuvvetlerinin bir parçası olmadığı gerekçesi ile ortaya çıkan personel açığının, daha açık bir ifadeyle Jandarma Genel Komutanlığı’nın Türk Silahlı Kuvvetleri’nden kopartılmasının bir sonucudur.
 
TSK POLİTİZE EDİLİYOR
 
Sivilleşen ve cahilleşen Milli Savunma Bakanlığı’nın sokaktan özel kuvvetlere adam toplamak şeklinde ifade edilebilecek felaket ve sakat icraatlarından birisini görmekteyiz.
 
2016 yılına kadar bütün Kuvvet Komutanlıkları kendi bünyelerinde oluşturdukları personel temin merkezleri ile personel alım sınavları gerçekleştirirlerdi. 15 Temmuz sonrasında personel alımı Milli Savunma Bakanlığı Personel Temin Daire Başkanlığı tarafından yapılmaktadır. Bunda ilke olarak hiçbir sakınca yoktur. Ancak bunu, doğru ve işi bilen kişiler yapmalıdır.
 
Peki, şimdi kim yapıyor? Milli Savunma Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğüne 2007 ve 2011 senelerinde AKP Diyarbakır aday adayı olan ve tanıtım broşürlerini sarı, kırmızı, yeşil renklerde yapan eski Tarım Bakanlığı Personel Genel Müdürü Nizamettin Ekinci getirilmiştir. Nizamettin Ekinci’nin subay ve astsubayları pek sevmediği Tarım Bakanlığı'ndan subay-astsubay eşlerinin eş durumundan tayinlerini yapmamasından anlaşılmaktadır. “Ordu siyasetten çekilsin” derken, siyasi bürokratlar ile Hükümetin TSK’yı politize etmesi kabul edilebilir değildir.
 
Sivil ve cahil Milli Savunma Bakanlığı sokaktan özel kuvvetçi toplarken eskiden bu iş nasıl yapılıyordu kısaca bakalım.
 
Özel Kuvvetler Komutanlığı’na alınan subay ve astsubaylar ordunun en iyileri yani subay ve astsubayların en iyileri arasından ve gönüllüler arasından seçilmekteydi. 1992’ye kadarki Özel Harp Dairesi döneminde, daireye bir subay veya astsubayın alınması söz konusu olduğunda toplanılır ve kimlerin kefil olduğu sorulurmuş. Kefil olanlar el kaldırarak onay verirmiş. Eğer ileride kefil olunan kişi atılacak bir davranış yapar ise kefil olanlar da daireden uzaklaştırılırmış.
 
İKİ BUÇUK YILLIK EĞİTİM SÜRECİ
 
1993 sonrasında Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda sayının artması ile birlikte bir subay veya astsubayın Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda çalışabilmesi için soruşturma birlikler üzerinden yapılmaya başlandı. Birliklerinde belirli bir süre ve üstün bir performans ile çalışan subay ve astsubaylar arasından Özel Kuvvetler Komutanlığı’na personel seçildi. Özel Kuvvetler’e aday olan subay ve astsubay, Kıta deneyimi üzerine Özel Kuvvet Subayı olmak için 2.5 yıl süren bir eğitim sürecinden geçirildi, ancak bu eğitimi de başarı ile bitiren Özel Kuvvetler Komutanlığına alındı. Özel Kuvvetler’de eğitim, yurt içi ve yurtdışında kurslar ile gerçekleştiriliyordu. Ayrıca Özel Kuvvet mensuplarının iç güvenlik harekatlarında görev almaları yüzünden 2.5 senelik süre çoğu kez uzuyordu.
 
2007’den itibaren Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda hızlı bir personel değişimi olmaya başladı. Deneyimli personel değişik ve uyduruk nedenlerle Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan uzaklaştırılıp, yerlerine değişik kıtalardan FETÖ’cü sızmalar gerçekleştirildi. Ergenekon’un öncüsü olan Sauna, Atabeyler ve Küre adlı FETÖ’cü çetenin komploların hedefi Özel Kuvvetler Komutanlığı'ydı. Esasen 14 Temmuz 2008’de yayınlanan birinci Ergenekon İddianamesinde de Özel Kuvvetler Komutanlığı, “TSK bünyesinde faaliyet gösteren terör örgütü” olarak tanımlanarak saldırıya uğradı ve baskı altına alındı. 15 Temmuz FETÖ’cü darbesine giden yolun taşlarını AKP döşedi, FETÖ yolun üzerinden yürüdü.
 
KASTAN ZİYADE ZEKA
 
Özel Kuvvet subayları sadece üstün nitelikli savaşçılar değil, bunun ötesinde diplomat, eğitmen ve örgütçü niteliklere sahip olmak zorundadır. Bir kez Özel Kuvvet eğitimi alıp başarmak, Özel Kuvvetler’de kalmak için yeterli değildir. Özel Kuvvet subay ve astsubayları, dünyanın değişik ülkelerinde eğitimlerine ortak operasyonlar ile devam etmektedirler.
 
Size iki eğitimden bahsedeyim.
 
Latin Amerika’da bir ülkede değişik ülkelerden gelen özel kuvvetçiler tam teçhizat 18 saat yürümüş sonra dinlenme verilmiştir. Çok kısa bir süre sonra uyuyanlar yönetici tarafından tekmelerle uyandırılır. Uyanınca tepkiyi ilk İspanyolca vermez ise ağır şekilde darbelenmektedir. İkinci örnek, uzun süre uyumamış özel kuvvetçi uykuya daldıktan kısa bir süre sonra dövülerek yatağından kaldırılmakta, hızla itilerek bir odaya sokulmakta ve odada tanımadığı bir kişi tarafından çok kısa şekilde sorguya çekilmektedir. Sonra hızla tekrar dışarıya çıkarılmaktadır. Arkasından, odada gördüğü beş objeyi sayması istenmektedir. Bütün bunları anlatmamın nedeni, çok güçlü fiziki bir performans gerektiren özel kuvvetçiliğin kastan çok zekaya dayandığını göstermek içindir.
 
MİLLİ SAVUNMA BAKANI 50 PUANLIKTIR
 
Sayın sivil ve cahil Milli Savunma Bakanlığı, sokaktan özel kuvvet subay ve astsubayı toplarken, KPSSP3 puan türü üzerinden asgari 50 puan alma şart getirmektedir. 2016 yılında KPSSP3 puan türüyle 55 alarak bir kişi veri kontrol işletmeni olarak Hatay’da işe başlamıştır. Onu takiben 59 puan ile bir kişi İstanbul’da teknik öğretmen olarak atanmıştır.
 
Özetle, Milli Savunma Bakanlığı 50 puan ile özel kuvvetler subayı almaya hazırlanırken, devlet hiçbir kuruma 50 puan ile eleman almamıştır.
 
Şimdi bu 50 puan ile subay ve astsubay olacak kişiler, Harp Okulu’nda dört senelik eğitimden veya Astsubay Okulu’ndaki iki senelik eğitim almadan, komando tugaylarında hizmet etmeden özel kuvvet eğitimi alarak Özel Kuvvet Komutanlığı bünyesinde subay ve astsubay olacaklardır.
 
Herhalde Milli Savunma Bakanı ve Personel Genel Müdürü 50 puanı belirlerken, kendilerini ölçü olarak aldılar. Yaptıkları uygulamalar da bunu gösteriyor. Yok eğer Milli Savunma Bakanı ve Personel Genel Müdürü KPSSP3 ile 50’nin üzerinde puan alabilecek durumdalar ise akıllarında başka bir proje var demektir ve kişisel kanaatim akıllarında başka bir proje olduğudur.
 
BU PROJEDEN SADDAM'IN CUMHURİYET MUHAFIZLARI ÇIKAR
 
Peki, Hükümet Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda ne yapmak istemektedir?”
 
Ümit Özdağ’ın “Özel Kuvvetler personeli arasında tam bir infialin hakim olduğunu söyleyebilirim. Sokaktan Özel Kuvvetlere subay ve astsubay toplamak, Türk Ordusu’nun bu güzide kurumuna yapılan ağır bir saldırıdır. AKP’nin bu yoldan dönmeyeceğini biliyorum. Ama şunu biliyorum, Türkiye bir gün bunların bedelini ödeyecektir.” diyerek noktaladığı yazısının tamamını okumak için TIKLAYINIZ…

odatv 1

Pilot Astsubaylar

$
0
0
Pilot Astsubaylar
Bir zamanlar Astsubay Pilot meslektaşlarımız vardı. Bu Astsubay Pilot'lar sadece uçaklarımızı uçurmamışlar, pilot adaylarını eğitmişler, öğretmenlik yapmışlar, uluslararası havacılık yarışmalarında (NATO kapsamında) Hava Kuvvetlerimize bir çok ödül de kazandırmışlardır.
 
Askeri pilotluk sadece bir zümreye/sınıfa has bir meslek olarak kısıtlanmamalı, gereken koşulları (sağlık,eğitim v.s.) karşılayan herkesin yapabileceği bir görev olmalıdır.
 
Günümüzde 15 Temmuz 2016 sonrası TSK’da oluşan pilot sıkıntısı karşısında, kendi imkanları ile aldıkları eğitim sonunda pilotaj sertifikasına sahip olan astsubaylar bulunmasına rağmen, ihtiyaçlar dış kaynak (sivil)’dan karşılanmaya çalışılmakta, bu yüzden zaman kaybına neden olunmakta, ilave güvenlik araştırmasına gerek duyulmakta, eğitimde harcanmak için ilave maddi kaynak kayıpları ortaya çıkmaktadır. Mevcut pilot sertifikasına sahip olan Astsubaylardan faydalanmak nedense düşünülmemektedir.
 
SUBAY=PİLOT ısrarını anlamak güçtür. Maksat vatanın bekası ve maksimum ekonomik fayda ise kaynak çeşitlendirilmesi mutlaka gündeme alınmalı ve pilot sertifikası bulunan, şavaş pilotluğu için zorunlu olan eğitimin en azından % 50 sini kendi imkanları ile elde etmiş olan ve TSK’de pilot olarak göreve devam arzusunda olduğunu ifade ve garanti eden astsubaylar göz ardı edilmemelidir.
 
PİLOT ASTSUBAYLARIN TARİHÇESİ;
 
Kuvva-i Havaiye Müfettişliği tarafından 1.Dünya Savaşında pilot ihtiyacının karşılanması amacı ile Astsubayların pilot olarak yetiştirilmesine karar verilmiştir. Astsubay pilotlar, Osmanlı Devletinin 1.Dünya savaşında değişik cephelerde, Irak, Filistin cephelerinde ve İstanbul’un savunmasında görev almışlardır.
 
Pilot astsubay yetiştirilmesine her nedense 1949 yılında son verilmiştir. Bir çok Hava Kuvvetleri Komutanının da öğretmenliğini yapan pilot astsubayların bir çoğu uçuştan ayrılıp başka yer hizmetlerinde görevlendirilmiştir. Astsubaylardan pilot yetiştirilmesine 1958-1959 yıllarında tekrar başlanmış, bizce bilinmeyen nedenlerle tekrar vazgeçilmiştir. Türk Hava Kuvvetlerinde 600 Pilot Astsubay yetişmiştir.
 
Pilot Bçvş. Ahmet Vecihi HÜRKUŞ ve arkadaşlarının bütün zorluk ve imkansızlara rağmen Kurtuluş Savaşında gösterdikleri çaba ve fedakarlıklar tarih sayfalarındaki yerini almıştır.
 
Pilot Astsubaylar uluslararası ve milli müsabakalara katılmışlar, başarılı olmuşlar, derecelere girmişler, birincilik ödülleri almışlardır.
 
Örnek verecek olursak; Kurtuluş Savaşına katılan, birçok başarılı görevlere imza atan Vecihi HÜRKUŞ istiklal madalyası sahibi olmuş, Türk Havacılığına bir çok alanda ilkler kazandırmıştır.
 vecihi
 
NATO Atış yarışmalarında; Sabahattin MISTIKOĞLU dereceye girmiş, Ahmet ÖZSEYHAN ikincilik ve Ali İhsan UZAKMAN birincilik ödülleri almışlardır.
Tesbit edilebilen Pilot Astsubayların bilgilerini www.havacilar.com sitesinden buraya aktardım. Fotoğraflarını, biyografilerini ve daha fazlasını sitede bulabilirsiniz.

Adnan Ayvacı

E.Hv.Kd.Bçvş.
adnan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

list 1

list 2

list 3

list 4

 

 

 

ÇELİK YÜREKLİ LEVENTLERİN OCAĞI: DENİZ ASSUBAY OKULU

$
0
0
ÇELİK YÜREKLİ LEVENTLERİN OCAĞI: DENİZ ASSUBAY OKULU

11 Nisan 2002 tarihi assubaylar için önemli bir tarih. Yıllarca çekirdekten asker yetiştiren Assubay Hazırlama Okulları ile ilgili büyük bir değişim kararı  verildi o gün. Hazırlama Okulları kapatılacak ve Sınıf Okulları  da Meslek Yüksek Okulu olarak statü değiştirecekti. Kararın uygulama süreci 2004 yılına kadar devam etti. 2004 yılı bir devrin kapandığı, yepyeni bir başlangıcın yaşandığı yıl olarak kaldı akıllarda.

Osmanlı’nın son dönemlerinde, 1890 tarihinde Gedikli Zabit Mektepleri ile başlamıştı süreç. Hatta Türk tarihinde ilk assubay eğitimi 1734 yılına, Humbaracı Ahmet Paşa’ya kadar uzanıyordu. Türk mühendisliğinin, üniversitelerin ve harp okullarının temeli bu tarihte kurulan Hendesehane ve Humbaracı Ocağı’na dayanıyordu. Bu dönemde verilen eğitim mesleki ve teknik eğitim olduğundan bugünkü anlamıyla Assubay Sınıf Okulu türündendi. Oysa 1890 yılında çekirdekten asker yetiştirme dönemine geçilmişti. Daha çocuk denecek yaşta öğrenciler alınıyor, teknik ve taktik beceri ile donatılıyor ve ordusunun saflarında hizmete gönderiliyordu. Üstelik bu şekilde yapılan uygulama o dönemler için son derece başarılıydı. Verim alınıyor, ordunun belkemiğini oluşturan orta kademe subaylar bilgi ve birikimini kışlasında, gemisinde, atölyesinde ve cephede son derece başarılı bir şekilde kullanıyordu. Fakat devir savaşlar devri idi. Öğrencileri yıllarca eğitecek zaman yoktu. Savaşın biri bitiyor, ötekisi başlıyordu. En sonunda da Birinci Dünya Savaşı çıkmış ve Osmanlı’nın gözünü karartıp atıldığı bu macera ne yazık ki, hüsranla noktalanmıştı.

Bu savaşlar döneminde Gedikli Zabit ve Küçük Zabit Okullarında sürekli bir eğitim vermek mümkün olmadı. İstiklal Mücadelesi sonrasında cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte bu okullarda da düzenli ve kesintisiz eğitime geçildi. Askeri okul sisteminde taşlar yerine oturdu.

Assubay okulları, dönemler itibarıyla pek çok isim değişikliğine uğradı. Başlangıçta Gedikli Zabit ve Küçük Zabit Mektebiydi. Kimi zaman Çırak Mektebi, kimi zaman Amele Mektebi oldu. Gençler Mektebi de denildi. Küçük Zabit Mektebi de. Cumhuriyetle birlikte bakış açısı yine değişti. Almanya ve İngiltere ile olan askeri bağlar, orduya, bizim kültürümüzde olmayan diktacı oluşumu getirdi. Emir komutanın katılığına önem verildi. Assubaylara Gedikli Erbaş, bu okullara da Gedikli Erbaş Okulları denilmeye başlandı. 1950’li yıllarda Amerikan sisteminin etkisiyle Assubay tanımlamasına geçildi. Tanımlamada her ne kadar “assubay” deyişi hâkim kılınsa da, ordumuzun üst kademelerinde yer alan komutanlar, İkinci Dünya Savaşı öncesinin “Gedikli Erbaş” saplantısından bir türlü kurtulamadı. Assubayları kendilerinin bir uzantısı ve ordusunun belkemiği olarak kabul etmek yerine, başka bir sınıfmış, farklı bir ırkmış gibi gördü. Tepeden tırnağa bütün uygulamaları farklılıklar üzerine oturttu.

Assubay Hazırlama Okulları başlangıçta ilköğretim sonrası, ortaokul düzeyinde eğitim veriyordu. Zaman değiştikçe, bilim ve teknoloji geliştikçe ve Türkiye farklılaştıkça bu anlayış da değişti. Hazırlama Okulları lise seviyesine yükseltildi.

2000’li yıllarda ise insanoğlu tam anlamıyla aydınlanma çağına geçti. Bir bin yıl sona ermiş  ve yeni bir bin yıla merhaba denilmişti. Her şey makineleşmiş, robotlaşmıştı. Silah sanayisi ve teknolojisi gelişmiş, nerdeyse tüm silahlar akıllı hale gelmişti. Bu nedenle Assubaylık mesleğinin eğitiminin de yüksek okul seviyesinde verilmesi bir zorunluluk haline gelmişti. Her bir meslek dalı ayrı bir bilim halindeydi çünkü. Hepsi birer uzmanlık gerektiriyordu. Her silahın, her teknolojinin ve her dalın püf noktasını öğrenecek, akıl ve zekâsıyla kullanacak, iyi yetişmiş, nitelikli orta sınıf subaylara her zamankinden daha çok ihtiyaç vardı çünkü…

Öte yandan bir farklı bakış açısı daha vardı bu lise düzeyindeki okulların kapatılmasına. Küçücük yaşta, daha çocukluktan çıkmadan, daha kuşları öğrenmeden, bulutları öğrenmeden, daha aşkı öğrenmeden, ekmeği ve emeği öğrenmeden nasıl olur da insanlara savaş öğretilirdi ki?

Sisteme militan yetiştirmeyi amaçlayan, halkı ile bütünleşmeyi engelleyip araya mesafeler koymayı üreten,  sistemin yazılımını çocukların genç dimağlarına programlayan, halkı ile ordusu arasına soğuk duvarlar örmeyi önceleyen okullardı askeri okulların hepsi. Milletin bir askeri nizam ve intizam içinde yaşamasını savunan soğuk suratlı adamların hükmü geçiyordu bu okullarda. Cumhuriyetin askeri bir rejim olmadığını, halkın kendi kendisini yönetmesi olduğunu bilmeyen soğuk suratlı adamlar.

Halkını ve cumhuriyetini bir arada tutup kaynaştırmayı beceremeyen o soğuk suratlı adamların çağını tekmelemeliydi yeni bin yıl!  İlk hamleyi assubay hazırlama okulları ile yaptı. Umuyoruz, subay yetiştiren askeri liseler de bu değişimden payını yakın zamanda alır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, Atasının hedef olarak koyduğu muasır medeniyet menziline varmak için bir büyük adımı daha atmış olur.

İNTİHARIN PARASIZ YATILI KÜÇÜK ZABİT OKULLARI

eceayhanŞiir okur musunuz? Ya da Türk Şiirini takip eder misiniz? Cevabınızın ne olduğunu bilemiyorum ama bir dönemin eğitim politikasını eleştirmek amacıyla, Türk Şiirinde “Küçük Zabit Mektepleri” imgesinin kullanıldığını belki de duymuşsunuzdur. İkinci Yeni akımının en tanıdık şairi Ece Ayhan, “Meçhul Öğrenci Anıtı” isimli şiirinde Küçük Zabit Mekteplerini ve Maveraünnehir’i kullanarak Türkiye’nin eğitim sistemini öyle bir eleştirir ki, öğrencilerin değil de devletin sınıfta kaldığını pat diye anlarsınız.

MEÇHUL ÖĞRENCİ  ANITI

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının  kalbine!dir.
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı  mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları  olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları  zakkumlarla örmüşlerdir şu  şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı  küçük zabit okullarında

Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

Ece Ayhan

Bu şiirde Ece Ayhan, eğitim sisteminin ağırlığına, resmi tarih yüklemeleriyle dolu oluşuna, daha çocukluğunu yaşamamış öğrencilerin bunaltılmasına ve zoraki seçimlere yönlendirilmesine kesin bir şekilde karşı çıkmış ve tavrını  koymuştur. Özellikle şiirin ikinci bölümü en dikkat çekici yeridir. Devletin ve tabiatın çatışması sebebiyle geleceğin halk çocukları ayaklanması (cumhuriyete katacakları başarılar) şimdiden öldürülmektedir. Devlet tabiata aykırı yüklemelerle öğrenciyi resmi tarih ve ideolojiye yönlendirmekte, bir tür “tek tip vatandaş örneği” oluşturmaya çalışmaktadır. Tabiat ise o öğrencinin henüz çocuk olduğunu, çocukluğunu yaşaması gerektiğini savunmaktadır. Doğası gereği çocukluğunu yaşamak isteyen öğrenci, derslerin baskısı altında başarısızlığa uğramaktadır. Başarısız öğrenciler ya okuldan alınıp bir yerlere çırak olarak verilmekte ya da eve kapatılmaktadır. Başarılı olanlar ise bir oyuncakları olduğuna inandırılanlardır. Onlar devletin parasız yatılı okullarına gidecekler, kısa yoldan ekmek sahibi olacaklardır. Fakir ya da orta halli ailelerine yük olmayacaklar, hatta onların geçim sıkıntısına çare olacaklardır. Oysa cumhuriyet bu akıllı ve zeki gençlerden çok şey beklemektedir. Aydınlık ve mutlu günlerin anahtarı onlardır. Cumhuriyetin geleceği, çağdaş ve modern Türkiye’nin yarınları onlardır. Sonu baştan belli bir kaderi kabul ederek, geleceğin yaratıcılığı öldürülmüştür. Akranları arasından en zeki çocuklar seçilmiş ve düz memur olacak, assubay-subay olacak diye çekilip alınmıştır. Peki, bu çocukların beyni otomatiğe bağlanıp, bürokrasi çarkına sokulacaksa; devletin tornasında robotlaşacaksa, toplumu kim ileriye taşıyacaktır?

Bu sorunun cevabı da daha ilk bölümde verilmektedir.

Şiirin son bölümü ise çocuğa çok ağır yükler yüklendiğini ve bu yüzden olgun insan gibi davranmaya zorlandığını, erken yaşta sorumluluk almaya itildiğini söyler. Son dize ise çocukluğunu doyasıya yaşayamamış bireylerin yüreğindeki bu yarayla yaşamını sürdüreceğini ve nerede bir çocuk görse aklına kendi yaşanmamış çağlarının geleceğini imgeleyen  “çocuk bayramında zarfsız kuşlar” ile biter.

İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında” dizesi şiirdeki en vurucu yerdir. Burada devlet parasız yatılı okulları ve askeri ortaokullar, liseler;  “Küçük Zabit Okulları” olarak tanımlanmış, bireyin yaratıcı yanının daha çocukken intihara sürüklendiği açık ve çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur. Onlar geleceğin bilim adamları olamayacaklardır, onlar geleceğin sanatçısı, şairi, edebiyatçısı olamayacaklardır. Yaratıcı özellikleri bir ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. Günlük yaşamı kurtarmak ve geleceği garanti altına almak adına fakir ve orta halli ailelerin çocukları sistemin çarpık düzenine kurban edilmişlerdir.

İşte intihar buradadır!

İntiharın parasız yatılı  çocukları olarak büyüdük. Sıradan bireyler olmayı seçerek, cumhuriyetimiz için en büyük fedakârlığı yaptık. Kendimizden verdik. Çocukluğumuzdan verdik. Bir kereliğine geldiğimiz şu dünyada, şartların bize dayattığı seçimleri yapmak zorunda bırakıldık. Kendimizi avutmak için vatanımızı, bayrağımızı ve milletimizi ne çok sevdiğimizi söyleyip durduk. Oysa bizi intihara sürükleyenler çok başka türlü seviyorlardı vatanı. Geç fark ettik!

İktisadi teori değerlendirmesi yapmayı denesek, bu işin fırsat maliyetini nasıl hesaplayacağız? Yani askeri okullara gidenlere ya da parasız yatılı okullara gidenlere bu devlet tam anlamıyla bir fırsat eşitliği sağlayabilseydi, o çocuklar acaba hangi meslekleri seçerlerdi? Hangi yeteneklerini geliştirirlerdi? Nerelerde olurlardı? Akranları arasından en iyilerin seçilmesi ve bürokrasi cenderesinde kaybolmaya mahkûm edilmesi; cumhuriyetin büyük bir aydınlanma kaybı değil midir? İşte bu sebepledir ki, “intiharın parasız yatılı çocuklarının” fırsat maliyetini hiç bir iktisatçı tam olarak hesaplayamaz. Ne dersiniz, sizce mümkün müdür acaba bunun hesabını kitabını yapmak?

ASSUBAY HAZIRLAMA OKULLARI ANILARDA YAŞATILACAK

dashok-1Lumbarağzı dediğimiz askeri kışla kapısından içeriye girmeyi seçtiğinizde yaşamınızda artık büyük bir değişim olacaktır. Katı bir askeri disiplin sizi beklemektedir. Her şeyin bir kuralı olduğunu yaşaya yaşaya öğreneceksinizdir.

Ödeviniz ya da sınavınız olsun olmasın etüt (ders çalışma) saatleri olacaktır. Sabah kalkışınız, akşam yatışınız bando borusuyla olacaktır. Gece taburları (içtimalar) olacak, her akşam marşlar okunacaktır. Üst sınıflar size askerliği öğretmek ve sistemin katı disiplinini kabul ettirmek üzere canla başla çalışacaktır. Sıra arkalarında dolaşacaklar ve sizi akşam cezalarına çağıracaklardır. Bir şeyi eksik ya da yanlış yaptığınızda ceza talimleri yapılacaktır. Hafta sonları için sık sık biletiniz kesilecektir. Derslere girişler sivil liselerden farklı olacaktır. Öğretmenlere hitap şekliniz de öyle!

Günlük yaşam çizelgeniz sizin adınıza başkaları tarafından an be an planlanmıştır. Dakika dakika nerede olacağınız ve nerede olamayacağınız belirlenmiştir. Üstelik denetleme denilen yeni bir kavramla da karşılaşmışsınızdır. Daha o çocuk yaşlarda el muayenesi, ayak muayenesi, etek tıraşı muayenesi gibi ilginç uygulamalarla korku ve heyecan yüklenmiştir genlerinize. Donunuza kadar her şeyinize öğrenci numaraları dikilmiştir. Özgürlüğünüzle aranızda şimdilik demir parmaklıklar vardır. Zaman geçtikçe anlayacaksınızdır ki, parmaklıklardan çok daha fazlası vardır.

Yılları eskittikçe toplumun sağlam düşünceli bir bireyi olmaktan öte, mutlak itaate yönlendirilmiş  bir robota dönüşmekte olduğunuzu göreceksinizdir. Kendinize özgü düşünceleriniz azalmaya yüz tutmuştur. Doğrularınızı sistem, üstleriniz ve amirleriniz belirlemeye başlamıştır. İşte o anlar kişisel yeteneklerinizi, özgür düşüncenizi ve hatta bir birey olarak kişiliğinizi yitirdiğiniz, sisteme kurban ettiğiniz muhteşem anlardır. Direnciniz kadar ayakta kalmanız olasıdır ancak!

Evet, bütün bunları yaşadık ve biliyoruz. Hayatımızı kurtarmak için bir seçim yaptık. Kimimiz askerliği sevdiği için bu seçimi yaptı. Kimimiz karşısındaki en iyi seçenek bu olduğu için. Kimimiz ailesinin fakirliğine çare olmak için yaptı seçimini, kimimiz kardeşlerini okutabilmek için. Kimimiz üniformaya heveslendi, kimimiz maaşına. Nihayetinde o kapıdan girildi ve hayatın akışı değişti.

Yine de insanoğlu okul günlerini acısıyla değil tatlısıyla hatırlıyor. Cezaları, katı uygulamaları  unutabiliyor. Hatta bazen kendisini bu dönemlerde daha iyi keşfedebiliyor. En iyi dostluklarını bu dönemde kurabiliyor. Üstelik bu dostluklar bir meslek yaşamı boyunca sürüyor. Hatta emeklilik sonrasında bile bağlar kopmuyor ve ölünceye değin devam ediyor. “Bir ömür dostluk” her mesleğe özgü değildir. O yüzden ayrıcalıklı olduğumuzu düşünebiliriz yani.

Şöyle bir hatırlıyorum da Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda geçen günlerim o kadar da acı yüklü değilmiş gibi duruyor. Oysa yaşarken ne kadar da zorluydu. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Ya şimdi? Ne kadar uzakta durduğunu görüyorum artık o günlerin. Hayatın belki de en kötü tarafı bu, bir dakika öncesine geri dönmek bile imkânsız. Hatta imkânsız ötesi!

Uzun tatillere gitmeden önce yatakhanelerde yapılan o ilginç şakalar geliyor aklıma mesela. Uykusu derin olanların yüzlerini ayakkabı boyalarıyla siyaha boyardık. Sabah uyanıp aynaya baktığında öcü gibi görürdü kendisini. Bizler de gülmekten kırılırdık. Bir diğer şakamız da yatağa  işetme seanslarıydı. İki bardağı alır ve suyu birinden diğerine boşaltırdık. Uyuyan arkadaşımızın yatağının başucunda yapardık bunu. Suyun sesi ile hareketlenen işeme güdüsü kısa zamanda sonuç verir ve arkadaşımız yatağını ıslatırdı. Kahkahalarımızla uyanan arkadaşımız utanç içinde kıpkırmızı olurdu ve bundan delice bir zevk alırdık.

Üsküdar semtinde öğrenci bütçesine uygun lokantalar bulur, kuru fasulye ve pilav ziyafetleri çekerdik kendimize. Bu küçük ama bir o kadar güzel lokantalara “fakirhane” ismini takardık. Buralar aynı zamanda buluşma mekânlarıydı.

Bazı arkadaşlarımız spor salonunun bulunduğu yerden ilerleyerek, bitişikteki mezarlıktan tel örgüleri aralar ve Kuzguncuk’a inerdi. Kısa süreli bir kaçıştı bu. Askeri ortamdan bir süreliğine teneffüse çıkmak gibi bir şey! Elbette yakalananların akıbeti kötü olurdu.

Kandilli Kız Lisesi ve Zeynep Kamil Sağlık Meslek Lisesi kardeş okullarımızdı. Sevgiyle, aşkla yaklaştığımız nadide okullardı. Bu okulların kız öğrencileri nedeniyle, Kuleli Lisesi’yle aramızda derin bir husumet vardı. Kızlar karacıların o iç karartıcı üniformalarına ilgi göstermez, denizcilerin beyaz üniformaları için deli olurlardı. Kendilerini daha o günlerde bir teğmen gibi gören bu çocuklar, bizi de daha şimdiden astları olarak belirlemişlerdi. Bu yüzden de karşılarında sükseli subay adayı öğrenciler varken, kızların bu ast üniformalı denizcilere gitmelerini hazmedemezlerdi. Zaman zaman mahalle kavgalarını andıran küçük kavgalar çıkardı.

Sınavların hepsi bir ya da bir buçuk hafta içinde olurdu. Günde iki ya da üç sınav birden yapılırdı. Farklı öğretmenler sınav gözlemcisi olarak yer alırdı  sınıflarda. Kopya çekme fırsatı hocasına göre değişirdi. Kimi fırıldak adamlar, bir yolunu bulur, sınav sorularını  çalarlardı. Sonra da çalışkan öğrencilere bu soruları çözdürürler ve hazır cevap şıklarıyla girerlerdi sınavlara. Hatırlıyorum, bir keresinde böyle bir Fizik Sınavı yaşamıştım. Meğer herkes soruların cevap şıklarını almış ezberliyormuş. Bakıyorum “abcabdab..” diyerek mırıldanıyor cümle alem. “Olmaz öyle şey!” demiştim içimden. Koskoca bir devre soruların cevaplarını alacak ha? Aklıma yatmamıştı. Nihayetinde iki yüz yirmi kişilik devre içinde biri ben olmak üzere iki kişi zayıf not almıştı. Lakin herkes aynı soruda basınca, öğretmen taifesi uyanmış, işin içinde bit yeniği aramıştı. Kısa sürede failler bulunmuştu. Fizik Hocası sınıfa gelmiş ve benim o sene fizik dersinden sınıfta kalmayacağımı şu sözleriyle beyan etmişti:

  • Bu arkadaşınız kırık not aldı ama bu notu namusuyla, şerefiyle aldı. Soruyu çalan ve suç ortaklığı yapan tüm öğrencilere inat, bu dürüst iki öğrenci, bundan sonraki sınavlarda ne alırlarsa alsınlar, ödül olarak Fizik dersinden geçeceklerdir. Bu dürüstlüğün, yalana dolana meyletmeyişin ödülüdür. Kendilerine teşekkür ediyorum

Okul yemekhanesindeki yemek düzenleri de unutulmayacak türdendi. Üst sınıfların seçkin öğrencileri ast sınıflara masa başı olurlar ve masada düzeni sağlarlardı. Tabi ki, masada oturan ekip, sevmediği masa başını yemek konusunda kızağa çekerdi. Adaletin temsilcisi olan masa başı, gururuna yediremediği için, sesini çıkaramaz ve kendisine verilen o az yemekle yarı aç bir şekilde masadan kalkardı. Elbette bu yemek sisteminin anlatılamayacak hikâyeleri de var. Kuru soğan araklama hikâyeleri gibi. Yani gerisini de yaşayan arkadaşlar getireceklerdir zihinlerinde…

Sabahları saray tarafındaki tünelden demir parmaklıklara kadar gelen simitçi amcaları da unutmamak lazım! Çılgın bir yarıştı açma, simit almak. Nöbetçi ekip görmeden işi bitirmek gerekiyordu. Kısa süre içinde Nöbetçi Amiri durumu fark edip, simitçi amcayı kovalayacaktı  çünkü!

Ya ders kaynatma taktikleri? Her öğretmenin bir zaafını bulup bundan yararlanmak ve dersi gümbürtüye getirmek? Örneğin Edebiyat Hocamız tam anlamıyla tertemiz bir Atatürkçüydü. Kurtuluş Savaşımızdan, Atatürk Devrimleri’nden bahsettik miydi, sözün sonu gelmezdi. Ders arada kaynardı. Kim bilir, belki de o an işlediğimiz aslında olması gereken gerçek dersti. Samimi ve içten anlatış vardı çünkü orada. Psikoloji Hocamız ise narsistti. Şöyle büyük adamsınız, böyle büyük adamsınız dedik miydi, coşar dalgalanırdı. İnkılâp Tarihi Hocamız iyi bir basketbol hakemiydi. Ona da basketbol konusunu açtığımızda dayanamazdı. Bir diğer özelliği de “Hayatta en çok sevdiği şeylerin Atatürk ve Kuru Fasulye” olmasıydı. Bize çok şey öğreten, aşılayan mümtaz bir isimdi.

Bu okullarda okuyan herkesin benzer anıları olduğuna inanıyorum. Üç aşağı beş yukarı  hepsi birbirine benzer. Bu yüzden, bu anılarla biraz sizleri maziye döndürmek ve o günleri şöyle bir ufuk turuyla yeniden yaşatmak istedim. Nihayetinde bu okullar artık kapandı ve bir daha o günler geri gelmeyecek. Her şey anılarda kalacak. Bizler yaşadıkça yaşayacak sadece…

TARİHE VURULAN DAMGA: DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU

damyoOrduya eğitimli assubaylar yetiştirmek üzere açılan ilk hazırlama okulu Deniz Assubay Hazırlama Okulu’dur. İlerleyen süreçte daha pek çok hazırlama okulu açılmıştır. Kabaca söylemeye çalışırsak, Kara, Hava, Jandarma, Elektronik, Veteriner, Bando, Sağlık ve Teknik Assubay Hazırlama Okullarını sayabiliriz. Bunların kimisi işlerliğini yitirdiğinden erkenden kapanmış, kimisi “Çok Programlı Assubay Hazırlama Okulu” olarak yeni bir kimlik kazanmıştır. Ve tarihler 11 Nisan 2002’yi gösterdiğinde, hazırlama okulları tümden kapatılmıştır. Böylece artık lise seviyesinde eğitim dönemi sona ermiş, onun yerine daha akilâne bir seçim olan Meslek Yüksek Okulları yapısında eğitim kurumları teşkil edilmiştir.

Kuşkusuz assubay hazırlama okulları içinde en aşina olunanı, son olarak tarihi Beylerbeyi Sarayı’nın bitişiğinde yer alan Deniz Assubay Hazırlama Okulu’dur. Bu okul aynı zamanda kuruluşu itibarıyla da en eski oluşuyla dikkat çeker. Her yıl 17 Kasım tarihinde kuruluş yıldönümü çeşitli etkinliklerle kutlanır. Artık hazırlama okulları kapatıldığından, bu kutlama etkinlikleri Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu tarafından gerçekleştirilmekte.

iclaliye-muinizaferBildiğiniz gibi, çekirdekten yetişme, eğitimli assubaylara ilk olarak Donanma’da ihtiyaç duyuldu. Bu sebeple 1890 yılında ilk Gedikli Mektebi kuruldu. Bir süre sonra çeşitli sebeplerden dolayı kapatıldı. 1915 yılında Gedikli Sınıfının yeniden kurulmasına karar verilmiş ve Makine Gedikli Okulu’nun Tir-i Müjgan Gemisinde, Güverte Gedikli Okulu’nun ise İclaliye Gemisi ile Muin-i Zafer Gemisi’nde eğitimlere başlaması aşamasına geçilmiştir.

Gedikli Mektebi’nin kuruluşuna tanıklık eden ve bu kurumsallaşmada etkin olarak görev alan isimlerden birisi de Bahriye Kolağası Çiftçioğlu Mehmed Nail Bey’dir. Nail Bey, günümüzün tanınmış yazar, şair ve gazetecisi Yağmur Atsız’ın dedesi, Türk milliyetçiliğinin öncü isimlerinden H. Nihal Atsız’ın ise babasıdır. Yağmur Atsız’ın çeşitli zamanlarda yazılarında belirttiğine göre; dedesi Kolağası Nail Bey (1877-1944), Kasımpaşa ve Heybeliada’da Bahriye Gedikli Mektebi’nin kuruluşunda bizzat görev almıştır.

1924 yılında okulun adı “Gemici Gençler Mektebi” olarak değiştirilmiştir. Eğitimler Kasımpaşa’da bulunan Havuzlar Kapısı’ndaki binada devam etmiştir. 1927 yılında okul bir kez daha isim değiştirmiş ve bu kez “Deniz Gedikli Zabit Namzet Mektebi” adını almıştır. Hemen bir yıl sonra, 1928-1929 eğitim yılı sürecinde “Deniz Gedikli Küçük Zabit İhzari Mektebi” ismini almış ve Kasımpaşa’da şimdi Deniz Hastanesi’nin bulunduğu binada eğitimler sürdürülmüştür. 1 Haziran 1929 tarihinde okul, Deniz Mektepler ve Kurslar Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. 5 Ağustos 1930 tarihinde ise Turgutreis Gemisi’ne taşınmıştır. Haliç’te bulunan gemi, lüzum üzerine Gölcük’e götürülmüş ve bu gemide eğitim 1933 yılına değin sürdürülmüştür.

11 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen 2505 sayılı “Gedikli Küçük Zabit Menbalarına Dair Kanun” un 1. Maddesi’nin (a) fıkrası gereğince yeniden isim değişikliğine gidilmiş ve okulun adı “Deniz Gedikli Küçük Zabit Hazırlama Mektebi” olmuştur. 1933-34 eğitim yılından itibaren ortaokul seviyesinde eğitim verildiği kanaati hâkimdir. Başarılı öğrencilerin doğrudan Deniz Lisesi’ne kabul edilmesinden dolayı bu kanaat kesin gibidir. Çünkü Deniz Lisesi, Lise düzeyinde eğitim veren bir kurumdur. Yine de Milli Eğitim Bakanlığı bu işleyişi resmi olarak 5 Temmuz 1955 tarihinde kabul etmiştir. Bakanlığın 117 sayılı kararına göre 1939-40 yılından itibaren Gedikli Okullarından mezun olanların ortaokul mezunu sayılması ve liselere kabul edilmesi tam anlamıyla geçerlik kazanmıştır.

27 Mayıs 1941 tarihinde okul, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Mersin’e nakledilmiş ve beş  yıl orada kalmıştır. 30 Eylül 1946 tarihinde tekrar eski binasına, İstanbul’a taşınmış ve eğitimini 1 Ekim 1952 yılına değin sürdürmüştür. Her gün biraz daha gelişen okul, bulunduğu binaya sığmaz hale gelince başka bir yere taşınması planlanmıştır. Beylerbeyi Sarayı’nın yanındaki saraya ait binalar tadil edilmiş, ek binalar yapılmış ve eğitim verilebilir şekilde düzenlendikten sonra, okula tahsis edilmiştir. Bu binada eğitimlere 1 Ekim 1952 tarihinde başlanmıştır. Bu dönemde yine kanunlarda değişiklikler yapılmış, 2 Temmuz 1951 gün ve 5802 sayılı kanunla “Gedikli” tabiri “Assubay”  olarak değiştirildiğinden, “Deniz Gedikli Erbaş Ortaokulu” olan okulun adı da “Deniz Assubay Hazırlama Ortaokulu” olmuştur.

1964-65 ders yılında okulun adı  “Deniz Assubay Sınıf Hazırlama Okulu” olarak bir kez daha değişime uğramıştır. Yine bu yıldan itibaren okula ortaokul mezunları alınmaya başlanmıştır. Daha önce iki yıl olan eğitim süresi de üç yıla çıkarılmış ve lise seviyesine yükseltilmiştir. 1968 yılında okulun adı “Deniz Assubay Okulu Komutanlığı” olarak kullanılmaya başlanmış ve bu kullanım 9 Ağustos 1972 tarihine kadar sürmüştür. Bu tarihte okulun adı “Deniz Assubay Hazırlama Okulu Komutanlığı” olmuştur. Okul, lise dengi kabul edilmiş, öğrenim süresi 3 yıl olarak belirlenmiştir.

Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nun ana amacı assubay adayı öğrencileri denizcilik mesleğine hazırlamaktı. Bu okuldan mezun olan öğrenciler, Altınova’da ve Derince’de bulunan Deniz Assubay Sınıf Okulları’nda bir yıllık eğitim görür ve sonrasında “Assubay Çavuş” rütbesiyle Donanma’ya katılırlardı. Okulda liselerin fen kolu müfredatı uygulanırdı. İngilizce ağırlıklı dersti. Bu yönüyle ve eğitiminin kalitesiyle bugünün Anadolu Liseleri düzeyinde eğitim veren nadide bir eğitim ocağıydı. Bazı durumlarda denizciliğe yönelik eğitim veren bir meslek lisesi olduğu yönünde de değerlendirmeler yapılmıştır. Nihai değerlendirmede kalitesi yüksek bir eğitim sürecinin işlediğini kesin bir dille söylememiz mümkündür.

11 Nisan 2002 tarihinde Assubay Hazırlama Okullarının kapatılmasını ve Assubay Sınıf Okullarının Meslek Yüksek Okulu olarak, 2 yıl üzerinden ve ön lisans seviyesinde yapılanmasını teşkil eden kanun yayınlanarak, yürürlüğe girdiğinden yeni öğrenci alımı durdurulmuştur. Okul son öğrencilerini 2004 yılında mezun etmiştir.

Böylece çok uzun yıllar Türk Donanması’na nitelikli deniz assubayları yetiştiren bu eğitim ocağı tarihe damgasını vurarak, eğitim hayatını tamamlamıştır.

YAŞLI BİR DENİZKURDU’NUN ANLATIMIYLA BEYLERBEYİ’NE TAŞINMA

Okulun tarihsel gelişimine baktığımızda nasıl bir zorlu süreçten geçtiğini anlamamız olası. Bugünün deniz assubaylarının da bu süreci iyi tahlil etmesi, yaşananlardan ders çıkarması ve deniz assubaylığının kalıcı değerlerini koruması bu yüzden çok önemli.  Geçmiş nesillerin yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı ya da bırakıldığı  zor şartlar; her zaman bizi daha dirençli, daha çalışkan ve başarılı olmaya yönlendirmelidir. İşte bu yüzden, okulun Beylerbeyi’ne taşınma sürecini yaşamış olan bir yaşlı deniz kurdu büyüğümüzün dünü, bugünü ve geleceği kendi sözcükleriyle anlatımını dikkatle okumamız gerekmektedir. Okuldan 1953 yılında mezun olan Emekli Deniz Assubayı İlhami Kemal Atayolu’nun hikâyesi ile baş başa bırakıyorum sizleri:

cezayirli-hasapasa1950 senesinde Kasımpaşa’daki esas“Taş Mektep”e (1954 yılında Kuzey Deniz Saha Komutanlığı olan, halen tamiratı devam eden, geçmişte Cezayirli Hasan Paşa’ya konak olarak yapılan bina) kayıt oldum. Okulun o zamanki ismi “Deniz Gedikli Erbaş Hazırlama Okulu” idi. Birinci Sınıfın dördüncü kısmındaydım. Böylece yaşamıma yön verecek seçimi yapmış ve denizciliğe ilk adımımı atmıştım.

O zamanlar okul mevcudu 500 kişiyi geçiyordu. Okul talebelere kâfi gelmediği için Kasımpaşa Subay Orduevi’nin önünde hurdaya ayrılmış ve kıçtankara bağlanmış durumda bulunan meşhur Hamidiye Gemisi (yalnızca yatmak üzere) okulun üçüncü sınıfına tahsis edilmişti. Yemekhanemiz uzun bir baraka idi. Yemek tabaklarımız, su ve çay içecek  bardaklarımız kalaylı bakır kaplardı. Bir masada karşılıklı olarak on dört kişi otururduk. Çoğu zaman masanın sonunda olanlara çay veya süt kalmazdı.

ilhami-atayoluHer sene Temmuz ayında Pendik’teki  (hâlen) boş olan zeytinlik alana (yıkılan Yunus Çimento Fabrikasının yanındaki) çadırlar kurulur ve bir ay süresince çeşitli eğitimler yapılırdı. Bu eğitimler; talim, terbiye, gemicilik, filikalarla yelken donanımı ve kullanma, kürek talimi, yüzme dersleri ve benzeri etkinliklerdi. Çarşamba ve Cumartesi akşamları eğlence programları uygulanırdı. Kamp sonunda da Ağustos ayına münhasır bir aylık sıla iznine giderdik.

Bu arada 1951 senesinin Temmuz ayının tahminen 12’sinde (kampta idik) mesleğimizin ismi kanunen değişerek, Deniz Astsubaylığı oldu. Okulumuzun ismi de yine bu kanun gereğince Deniz Astsubay Hazırlama Ortaokulu olarak güncellendi. Bu meyanda da okuldan, ortaokul mezunu sayılarak mezun olmaya başladık. Kasımpaşa’daki okulumuz epey harabeleşmiş ve içinde yaşamak tehlikeli bir hâl almıştı. Bu yüzden Beylerbeyi ’nde yan yana olan iki bina satın alınıp modernleştirilmiş ve bizlere de sıla iznimizden sonra, 1952-1953 öğretim yılı için, Beylerbeyi ‘ndeki okula gelmemiz emredilmişti.

Okul, her şeyi ile yepyeni idi. Yemek masaları karşılıklı altışar kişilikti. Tabaklar porselen, bardaklar cam, sürahiler cam… İşte şimdi gerçek anlamda “astsubay talebesi” olmaya başlamıştık. Bu yenileşmeye elbiselerimizin de dâhil olmasını arzuluyorduk. Kıyafetimizin bir an önce er görünümünden çıkartılmasını ve astsubay olduğumuzu gösterecek tarzda bir üniforma düzenlemesi yapılmasını istiyorduk. Bunu sıkça dile getiriyorduk.

1953 senesinin 30 Ağustos’unda okuldan mezun olarak, Deniz Er Eğitim Alayı’na gönderildik. Deniz Er Eğitim Alayı, Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Paşa Kışlası idi ve piyadecilik eğitimi için buraya sevkimiz yapılmıştı. Burada üç ay süresince tüfekli eğitim yaptık. Bu dönemde, 29 Ekim 1953 günü Ankara’da Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri kapsamında yapılacak olan resmigeçitte yer almak üzere görevlendirildik. Merasimde yer alacak boru trampet takımına tefrik edilmiştik. Cumhuriyet Bayramı törenlerinden hemen sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün naşının Anıtkabir’e nakledilmesi merasiminde de yer aldık. 10 Kasım 1953’te Deniz Alayı olarak, bu kutsal vazifeyi ifa ettik. Ben; Deniz Alayı, Merasim Kıtası Boru Trampet Takımı’nın tambur majörü ve solo borucusu olarak görev yaptım.

Ankara’dan dönüşte piyade eğitimimizi tamamladık. Sonrasında TCG Yavuz’da üç ay denizcilik eğitimi gördük. Denizcilik eğitiminin hitamında meslek test imtihanına tabi tutulduk. Bu test imtihanı neticesinde herkesin ana mesleği belli oldu. Bu kez mesleğimize göre altı aylığına çeşitli yerlere ameli olarak öğretime devam ettik. Önümüzde Astsubay Çavuş olmak için bir senemiz kalmıştı.

Bu bir sene süresince bazı Makine Branşları ile Elektrik ve Elektronikçiler; Heybeliada’da, geriye kalan Makineciler ile bir kısım Güverteciler; Yassıada’da, geriye kalan Güverteciler ile İkmalcilerin bir kısmı ve Kâtipler; Kasımpaşa’da, geriye kalan İkmalciler ile Porsunlar; Derince’de (Porsun Sınıf Okullarında) ameli ve nazari eğitimler gördü. Bu eğitimler sonrasında 30 Ağustos 1955 tarihinde “Deniz Astsubay Çavuş” rütbesi ile Donanmaya katıldık ve Deniz Kuvvetleri’nin muhtelif birliklerine asaleten tayin olup görevimize başladık.

Genç neslin geçmişten bugüne nelerin değiştiğini bilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Nelerin değiştiğini bilmek, gelecekte de nelerin değişebileceğini öngörmek ve ufka umutlu bir şekilde bakmak demektir. Sevgili cumhuriyetimiz geliştikçe assubayların da hak ettiği ilgi ve değeri göreceği inancındayım.”

ASSUBAY HAZIRLAMA OKULLARININ BİLİNMEYEN YÖNLERİ

Özellikle Enver Paşa döneminde askeri eğitime ve okullaşmaya aşırı bir önem verilmiştir. Hatta Enver Paşa’nın en güvendiği kişileri Küçük Zabit Mektepleri’nin başına getirdiği çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. Dr. Hüseyin Yaltırık tarafından kaleme alınan “Âşık Ali Tanburacı ve Kırklareli Halk Müziği” isimli eserde bu konuda çarpıcı bilgiler bulunmaktadır.

Bu tarihlerde askere alınan halk ozanları,  âşıklar ve mahalli sanatçılar doğrudan Küçük Zabit Alaylarına gönderilir ve burada geniş çaplı bir eğitime tabi tutulurlardı. Âşık Ali Tanburacı da bu sanatçılardan birisiydi. Hatta adı bu Küçük Zabit Mektepleriyle bir anıldığından, kimi yerde biyografisinde assubay olduğu dahi yazılmıştır. Oysa o sadece askerlik yükümlülüğünü yerine getirirken, (Piyade) Küçük Zabit Mektebi bandosunda hem eğitim görmüş hem de görev ifa etmiştir. Âşık Ali Tanburacı, çoğumuzun iyi bildiği “Kırmızı gülün alı var/…/Ah bu gönül arzular seni seni yar seni” türküsünün derleyicisidir. Daha pek çok halk türküsüne can vermiş etkin ve üretken bir sanatçıdır. Kırklareli’nin unutulmaz isimleri arasında yer almaktadır.

Enver Paşa dönemi bir milat olmuş  ve cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde de Küçük Zabit Mektepleri, halk sanatçılarının ve âşıkların yetiştirilmesi amacıyla kutsal bir ocak olarak görev yapmıştır. Pek çok sanatçının bu şekilde yetiştiğini görmek için bir nebze araştırma yapmak gerekmektedir.

Askerlik görevini yapmak üzere gelen âşıklar, mahalli sanatçılar ve halk ozanları; Gedikli Okulları’nda eğitilmiş, kendilerini geliştirmeleri sağlanmış ve özellikle Türk Halk Müziği’ne daha etkin şekilde hizmet verecek, daha olgun ve yaratıcı eserler üretecek, araştırmalar ve derlemeler yaparak muhteşem katkılar sunacak müzik altyapısına kavuşturulmuştur.

DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU’NUN KURULUŞ YILDÖNÜMÜ

dzasbokl5Deniz Assubay Okulu’nun kuruluş yıldönümü, her yıl çeşitli etkinliklerle 17 Kasım tarihinde kutlanmaktadır. Gazete arşivlerinde yaptığım araştırmalar sonucu, kutlamalarla ilgili ilk ilanın, 1979 yılında basında yer aldığını gördüm. Bu konuda araştırma yapan ve çeşitli yazışmalarda bulunan Emekli Deniz Assubayı Halil Ergenli de, yazışmalar neticesinde kendisine ulaşan bilgiyi şu şekilde belirtmektedir:

  1. Deniz Kuvvetleri, bu kutlamaların nasıl başladığına ilişkin yazılı bir kayıt ya da belgeye ulaşamamış ve bu nedenle emekli deniz assubaylarının bilgisine başvurarak araştırma yapmış,
  2. Bu araştırma neticesinde, kutlamaların 1975 yılında, 8’inci Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Hilmi Fırat’ın direktifi ile başladığı bilgisine ulaşılmış,
  3. Kutlamaların 17 Kasım’da icra edilmesinin nedeninin, “18 Kasım Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesinin Kuruluş Yıldönümü” ile aynı haftada yapılması suretiyle, Deniz Kuvvetlerine muharip subay ve astsubay yetiştiren okulların bütünlüğünü göstermek olabileceği,

Değerlendirilmiştir.

Bilindiği gibi Deniz Assubay Okulu’nun gerçek kuruluş tarihi 15 Haziran 1890’dır. Yani bir kutlama yapılacaksa, bu tarih kesinlikle 15 Haziran olmalıdır. Buna karşın yaklaşık 36 yıldır gelenekselleşmiş bir 17 Kasım kutlaması vardır ve bu tarih öyle ya da böyle deniz assubayları camiası tarafından benimsenmiş ve kabul görmüştür. Dolayısıyla, kişisel görüşüm; okulun gerçek kuruluş tarihinin 15 Haziran olduğunun bilinmesinden ama gelenekselliği nedeniyle kutlamaların 17 Kasım tarihi üzerinden sürdürülmesinden yana.

Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nun kuruluş tarihi ile ilgili olarak, araştırmacı yazar Ergun Hiçyılmaz’ın da belirtmiş olduğu ayrı bir tarih söz konusudur. Ergun Hiçyılmaz’ın “Türk Denizciliğinde İlkler” başlığı altındaki yazısında belirttiğine göre ilk Deniz Assubay Sınıf Hazırlama Okulu’nun kuruluşu 1875 yılına denk gelmektedir. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda kendisi ile bu konuyu görüşme fırsatım oldu. Lakin kendisi pek çok konuda engin bilgi sahibi olduğundan, bu konu pek aklında kalmamış. Yine de o tarihte ısrarlı ve hatırlayamasa da dayanağının sağlam olduğunu belirtmekte. Benim kişisel kanaatim ise 1875 yılında herhangi bir Gedikli Mektebinin açılmadığı. 1875 yılında bildiğim kadarıyla, deniz subaylarının çocuklarının eğitimi için bir rüştiye mektebi açılmıştı. Bir de askeri memur yetiştirme amaçlı bir okul. Belki de üstad, bu okullardan birisini kastetmektedir.

DENİZ ASSUBAY OKULLARI MÜZESİ

17 Kasım 2004 tarihinde Altınova/Yalova’da Deniz Astsubay Okulları Müzesi açılarak hizmete girdi. Tarihi 1890 yılına değin uzanan Deniz Assubaylığı eğitimine ilişkin pek çok tarihi bilgi ve belgeyi bünyesinde barındırmayı amaçlayan müzenin resmi açılışı, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek tarafından yapıldı.

Müze kuruluşuna ilişkin ilk çalışmalara Beylerbeyi’ndeki Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda başlanmıştı. Burada okulla ilgili fotoğraf, belge ve anı objeleri yer almaktaydı. Okul kapatılınca, müze fikri geliştirilmiş ve daha geniş çaplı düşünülerek, Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu (DAMYO) bünyesinde yeniden kurgulanmıştı.

Müze halen Deniz Assubay Meslek Yüksek Okulu kuruluşunda yer almakta ve kendisini geliştirme çabasını sürdürmektedir. Deniz Assubaylığı’nın tarihi ile ilgili böyle bir müzenin kurulması gerçekten de gurur vericidir. Umuyorum ki, müze kurulduğu şekliyle kalmaz, koyduğu hedefleri yakalar ve kısa süre içinde, deniz assubaylarının eğitim tarihine ışık tutacak seviyeye ulaşır.

DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU MARŞI

kemaltahirHepimizin iyi bir roman yazarı  olarak tanıdığı Kemal Tahir, aslında edebiyata şiirle başlamıştı. Fakat zamanla düzyazı yeteneği daha ağır basmış ve kendisini bu alanda geliştirerek, Türk edebiyatına eşsiz eserler vermiştir. Nazım Hikmet’in acımasızca yargılandığı Donanma Davası  sanıklarından birisi de Kemal Tahir’dir. Ayrıca Kemal Tahir’in kardeşi Nuri Tahir de bu davanın baş sanıkları arasında yer alır. Nuri Tahir, Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda okumuş ve mezuniyet sonrasında Yavuz Gemisi’nde görev yapmıştır. Okul Marşı, Nuri Tahir’in Deniz Assubay Hazırlama Okulu yıllarında yazılmış olsa gerektir. Yazar Kemal Tahir sık sık okula kardeşini ziyarete gelmekte ve bu süreçte okul yetkilileri ile de muhtemelen görüşmektedir. Nuri Tahir’in ve okul idaresinin talebi ile Halit Recep Arman ve Kemal Tahir arasında bağlantı kurulduğuna ve sonuçta böyle bir marşın ortaya çıktığına inanmaktayım. Marşın sözleri Kemal Tahir’e, bestesi ise H. Recep Arman’a aittir.

hreceparmanHalit Recep Arman özellikle marş  besteleri konusunda usta bir isimdir. Bahriye ve Türk muzika geleneği içerisinde çok saygın bir yeri olan muhteşem bir insandır.

İki usta ismin bir araya gelmesiyle ortaya gerçekten güzel bir marş çıkmıştır. Müziği ile ritmi ile ve sözleri ile Deniz Gediklilerine yakışır bir eserdir bu marş. Deniz Assubaylarının yüreğindeki vatan sevgisinin düşmana karşı nasıl çelikleştiğini çok güzel vurgular. Hiçbir karşılık beklemeksizin, mevki, makam ve imtiyaz talep etmeksizin, ömrünü fedakârca vatanına bahşeden yiğit Anadolu çocuklarının duygusal sağanağını abartısız yansıtır. Nasıl bir özveriyle ve ne kadar cesurca görev yaptıklarını ve yaptıkları görevden dolayı ne kadar gururlu olduklarını çarpıcı bir dille anlatır mısralar:

Çelikten kalbimizde vatanın sevgisi var
Gözlerimiz enginde düşmandan bir iz arar
Düşmanların kalbinde korku olur eseriz
Biz ömrünü vatana veren denizcileriz

Alnımız göğe çarpar yurdun denizlerinde
Zafer bayrağımızı gezdirir izlerinde
Gelen ölüm de olsa titremeyiz güleriz
Biz ömrünü vatana veren dinç  denizcileriz

DENİZ ASSUBAY HAZIRLAMA OKULU’NUN UNUTULMAZ ÖĞRETMENLERİ

Donanmaya nitelikli, cesur, gözü  pek, aynı zamanda bilgi ve kültür donanımlı assubaylar kazandıran bir okulun öğretmenlerinden de söz edilmesi düşüncesindeyim. Nihayetinde hepimiz bir parça onların eserleriyiz. Notalarımızı, ritmimizi, ezgimizi onlar yüklediler bize.

Özellikle benim öğrenci olduğum dönemde gerçekten de adından söz edilmeye değer öğretmenlerimiz vardı. Mesela asıl işi Fizik öğretmenliği olan ama bir o kadar ustaca Türk Sanat Müziğiyle uğraşan Mustafa Kazezyılmaz’dan söz etmeliyim. Nasıl unuturum, o hem örnek bir insandı hem de öğrencilere müziği sevdirmesini bilen değerli bir sanatseverdi.

Keza A.Kadir Çelik öğretmen, assubaylıktan subaylığa geçmiş, İnkılâp Tarihi öğretmenliğini severek ve isteyerek yapan, Atatürkçü düşünceyi samimiyetle özümsemiş nadide bir isimdi. Hatırlıyorum da onun aynı zamanda iyi bir basketbol hakemi olduğunu öğrendiğimizde ne kadar şaşırmıştık. Adeta on parmağında on marifet vardı.

Altı dil bilen bir İngilizce öğretmenimiz vardı, ismi Aşkın Akoba. Bunca bilgi donanımına karşın, ne kadar mütevazı ve ne kadar cana yakındı. Oysa biz albay rütbesini taşıyanların somurtuk yüzlerine alışmıştık. O üstün kişiliğiyle alışageldik kalıpları nasıl da kırıp geçiyordu…

Bunlar benim isimsiz kahramanlarım. Bir de öyle ya da böyle Türkiye çapında ismi bilinen, herkesin aşina olduğu bazı öğretmenler gelip geçti bu okulun öğretmenler odasından. İçlerinden çoğu öyle lezzetli tatlar bıraktı  ki yüreğimizde…

nihalatsz1Hatırlayacaksınız, yazımızın bir yerinde bahsetmiştik: Gedikli Mektebi’nin 1915 yılında ikinci kez hayata geçirilişinde Mehmed Nail Bey’in kurucu olarak görev aldığını söylemiştik. İşte Nihal Atsız, bu bahse konu Mehmed Nail Bey’in oğludur aynı zamanda. Baba ve oğlun ikisinin de deniz assubayları üzerinde emekleri vardır anlayacağınız. Sanırım bir gün bir şekilde torun Yağmur Atsız da yolunu assubaylarla kesiştirecek. Onun gibi bir usta ismin de assubayların onur mücadelesine katkı vermesi mutlaka çok şey kazandıracaktır bizlere.
  
bstkerdogan

Bekir Sıtkı Erdoğan ismini bilir misiniz? Hani şu Ellinci Yıl Marşı’nın şairi. “Karagözlüm efkârlanma gül gayrı” diyen adam. Dilimizden düşürmediğimiz “Gurbetten gelmişim yorgunum hancı” şiirinin şairi. Peki, o türkü kıvamındaki eşsiz şiirleriyle tanıdığımız adamın, Deniz Assubay Okulu’nda Edebiyat dersleri verdiğini biliyor musunuz? Ne büyük bir şans değil mi?

Türkçülük ve Turancılık denilince akla gelen ilk isim Nihal Atsız değil mi? Yazar, şair, tarihçi ve ideolog olarak tanınır üstat. Türk milliyetçiliğinin saygın ismi olan bu adamın 1934-1938 yılları arasında Kasımpaşa’daki Gedikli Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptığını biliyor musunuz?

iskenderpalaYa İskender Pala? Divan Edebiyatı  araştırmacısı olarak en etkin isim. Bize eşsiz tatlar sunan nice kitapların yazarı. Ayrıca Deniz Kuvvetleri’ndeki görevi süresince tarihi araştırmalara da imza atan çalışkan ve üretken bir isim. Onun da orduda görev yaptığı son dönemlerde, Deniz Assubay Hazırlama Okulu’nda Edebiyat öğretmenliği yaptığını belirtebilir ve bununla gurur duyabiliriz.

sadikugurtaySadık Uğurtay, okula çok uzun süre emek veren öğretmenlerden birisi. İngilizceyi öğrencilerine sevdiren ve dersin de ötesinde öğrencilerin hayata bakış açısını da olumlu etkileyen müstesna bir isim. Kitap çevirileriyle Türkçeye yeni eserler kazandırmaya çalışan bir yazar olarak görüyoruz kendisini.

erolmtercimlerDeniz tarihi çalışmalarıyla tanınan ve bu konuda pek çok esere imza atmış olan Dr. Erol Mütercimler de Deniz Assubay Hazırlama Okulu’na öğretmen olarak emek veren isimlerden bir tanesi. Açıkçası öğrencilerini kitap okumaya yönlendiren, araştırmaya ve düşünmeye zorlayan bir adam. Gelin görün ki, tavır ve konuşmalarıyla, hatta bakışlarıyla size “sıradanın ötesinde, birinci sınıf bir adam” olduğunu ispatlamaya çalışıyor izlenimi verme çabasındadır. Yazdığı eserlerde de genelde bulunduğu sınıfın destanını yazma gayreti içinde olduğunu, hatta işin içindeki kahramanlar assubaylar ve sıradan insanlar olsa dahi bunu bir şekilde subay sınıfına mal etme emeli taşıdığını söyleyebilirim. Dolayısıyla her ne kadar derin bilgi sahibi bir insan olsa da yaptığı araştırmalarda assubayların gerçek değerini ortaya koyacağına dair olumlu bir fikre sahip değilim. Ne acıdır ki, tarih biliminin olaylara nesnel bakacak araştırmalara ve araştırmacılara ihtiyacı var. Gerçekleri bir şekilde evirip çevirip kendince resmi tarih görüşüne yamayacak taraflı insanlara değil. Yine de kendisinden umutlu olduğumu söylemeliyim.

VEEE UNUTULMAZ ÖĞRENCİLERİMİZ!

Ece Ayhan’ın şiirini yorumlarken çok karamsar bir tablo çizmiştik. Çocuk denecek yaşta askerlik mesleğini seçenlerin gündelik hayattan, bilimden ve sanattan koptuğunu anlatmaya çalışmıştık. Açıkça belirtmemiz gerekir ki, assubayların yaşamının özünde nasıl vatan sevgisi ve gözü peklik varsa, bir o kadar da umut, direnç ve kendini yenileyebilme güdüsü vardır. Assubaylar hayatlarının hiçbir anında kadere teslim olmazlar. Yenilgiyi asla kabul etmezler. Uygun an geldiğinde, bir yenilgi özelliği taşıyan olaylardan umulmadık zaferlerle çıkarlar. Hangi şart altında olursa olsun, bireysel özgürlüklerinden ve kişisel onurlarından ödün vermezler. Yaratıcı beyinlerinin ölmesine asla müsaade etmezler. Tıpkı efsanevi Zümrüd-ü Anka kuşu gibi hiç umulmadık anlarda yeniden doğuşu başarırlar. Belki de tüm hayatları boyunca cesur ve atak olmalarının, bulundukları her yaşta hayata umutla ve sıkıca tutunmalarının yegâne sebebi içlerinde yeşertip büyüttükleri umut ağaçlarıdır. Ast olmalarına rağmen her zaman düşmanca tutum, davranış ve tavırlara maruz kalmalarını da, onların bu özelliklerine duyulan gıpta ile açıklayabiliriz.

Dünyanın en zengini, en yüksek rütbelisi ve hatta en güçlüsü olabilirsiniz ama asla bir assubayın gönül zenginliğine sahip olamazsınız.

Aşağıda sizlere kısaca tanıtacağım isimler belirttiğimiz özellikleri taşıyan isimlerdir. Onlar Deniz Assubay Hazırlama Okulu’ndan mezun oldular. Hatta uzun süre Türk Donanması’nda assubay olarak görev yaptılar. Fakat hayatlarının hiçbir anında kadere teslim olmadılar. Yüreklerinin sesini dinleyip umutsuzlukları umuda çevirdiler. “İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında” okudular ama Zümrüd-ü Anka kuşu gibi küllerinden doğmayı ve hatta defalarca doğmayı başardılar. Hayata karşı kendinizi çaresiz ve umutsuz hissettiğiniz anlarda lütfen bu sıra dışı adamların hikâyesini araştırın ve zalimlerin yarattığı olumsuzluklara karşı nasıl umutlu ve dik durulacağını, her seferinde nasıl yeniden doğulacağını onlardan öğrenmeye çalışın.

cemildemirelCemil Demirel, 1912 yılında İstanbul’da doğdu. Deniz Assubayı olarak uzun yıllar görev yaptı. 1947 yılında emekli olduğunda, Türk Sinemasına farklı bir karakter oyuncusu olarak adım attı. 1978 yılına değin pek çok filmde rol aldı. Oynadığı başlıca filmler; Kore’de Türk Süngüsü, Kahraman Mehmet, Kore’de Türk kahramanları, Şimal Yıldızı, Lale Devri, Tek Kollu Canavar, Ateşten Gömlek.  Özellikle Kore’de Türk Süngüsü filmine dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü bu filme Atatürk’ün İzmir’e girişini gösteren belgesel özellikli sahneler eklendi.

hulusikentmen1Hulusi Kentmen’i yani sevgili Hulusi Babamızı zaten ayrıca bir yazımda detaylı bir şekilde anlatmıştım. Onun bir tesadüf eseri tiyatro ve sinemaya başladığını ve daha meslekteyken bu sevdasının peşine düşüp aşkına tutkuyla bağlandığını ve yüzlerce filmde babacan roller oynayarak Türk halkının gönlünde koca bir taht kurduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. O nesiller boyunca örnek alınacak gerçek bir yaşam karakteridir. Hem de her yönüyle.

zati sungurZati Sungur, okulun ilk mezunlarındandır. Bir kurs için Almanya’ya gider ve orada hayatının akışı değişir. Yaşanan dünya savaşı ve bazı tesadüfi olaylar onu dünyanın bir ucuna illüzyonist olarak götürür. Yüreğinin sesini dinleyerek gönül verdiği sihirbazlıkta büyük aşamalar kaydeder. Atatürk’ün huzurunda dahi gösterisini yapma onuruna nail olur. Atatürk'ün huzurunda da pek çok gösteri yapan Zati Sungur'un bir defasında herkes kendisini merakla beklerken "altı ayrı insana dönüşüp Çankaya Köşkü'nün bütün kapılarından aynı anda içeri girmek" gibi akıl ve mantık sınırlarını zorlayan bir numaraya imza attığı anlatılır. Nihayetinde Dünya Sihirbazlar Kralı unvanını bileğinin ve yüreğinin hakkıyla alır. Bugünkü David Copperfield gösterilerinin temelinde onun dâhiyane buluşları vardır. Ayrıca, David Copperfield kendisiyle yapılan bir söyleşide ABD'deki müze-evinde Zati Sungur'un gösterilerine ilişkin pek çok tarihî poster, afiş ve araç-gereç bulunduğunu özellikle belirtmiştir.

Seyfi Tekdilek, Donanma davası sanıklarındandır. Yavuz Gemisinin Gediklisi olarak görev yapmaktayken tutuklanır. Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı üzerine kurulan acı senaryo nedeniyle uzun süre hapis yatar. Komünizmi merak etmiş, Nazım Hikmet’in şiirlerini okumuş ve bu süreçte assubaylara yapılan haksızlıkların farkına varmıştır. Hiçbir fiili suçu bulunmamasına, hatta okuduğu kitapların dahi kanunen yasak olmamasına rağmen kolayca harcanmıştır. Olay sonrasında komünist damgası yemiş, ailesinden ve çocuğundan dahi uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Hayatının geri kalanında derbeder bir yaşam sürmesine rağmen hayalini kurduğu şiir kitabını yayınlamayı başarmıştır. Gemide Denize Hasret isimli şiir kitabı, Nazım Hikmet’e öykünen iddiasız şiirlerden oluşur. Fakat bir insanın hayalinin gerçekleşmesi adına çok ama çok önemli bir adımdır.

salimdndarSalim Dündar, 1954 mezunudur. Okulun 1750 numaralı ve “Kobra Salim” lakaplı öğrencisidir. Okulda bando eğitimi aldı. Kısa bir süre assubay olarak görev yaptı. Müzik tutkusu nedeniyle mesleğini erken bıraktı. Assubaylık sonrasında Hafif Batı Müziği sanatçısı olarak tanındı. Herkes onu “İspanya’yı memleketimize getiren sanatçı” olarak nitelendirdi. Aynalar, Sen Mevsimler Gibisin, İspanyol Meyhanesi ve Bir Dost Bulamadım en bilindik şarkıları arasında yer almaktadır.

yalnate1Yalçın Ateş, 1954 yılı (kesin değil)mezunlarındandır. 1938 doğumludur. Okul numarası 1894, lakabı ise “Kolyos”tur. Türk Caz Müziğinin unutulmaz isimleri arasında yer alır. Yalçın Ateş Altılısı denilince akan sular durur. Bir dönemin pek çok önemli müzik çalışmasında yer almış, onlarca plak kaydına Alto Saksafonu ile renk vermiş, kendi adını taşıyan Yalçın Ateş Orkestrası, Yalçın Ateş 5’lisi, Yalçın Ateş 6´lısı topluluklarını kurmuştur.

kamuran_yarknKamuran Yarkın; çok yakından tanıdığımız Türk Pop müziği sanatçısı Ferda Anıl Yarkın’ın babasıdır. Klasik Türk Müziği bestekârı ve yorumcusudur. Aynı zamanda tanburidir. 1938 doğumludur. Daha bebekken babasını kaybetmiş ve annesi tarafından yetiştirilmiştir. Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne uzun süre devam etmiştir. 1951 nasıplı bir deniz assubayıdır. “Sen Kimseyi Sevemezsin” adlı şarkının bestekârıdır. “ Ayrılık Rüzgarı” isimli şarkının hem bestecisi hem söz yazarıdır. Daha pek çok şarkıda imzası vardır. Eserleri, Zeki Müren ve Yıldırım Gürses gibi pek çok ünlü sanatçı tarafından seslendirilmiştir.

tarkkipTarık Kip, 1927 yılında Samsun’da doğdu. Deniz Gedikli Mektebi’nde okudu ve 1947 yılında Donanma’ya Sıhhiye Assubayı olarak katıldı. 1956 yılında mecburi hizmetini tamamladı ve Bahriye’den ayrıldı. Müzik alanında kendisini geliştirirken bir taraftan da üniversiteye devam etmesi hayli ilginçtir. Önce Gece Lisesini, ardından da Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin "Kütüphanecilik" bölümünü bitirdi. 1956 yılından 1993'e kadar viyolonsel ile Türk Mûsikîsi yayınlarına saz sanatkârı olarak katılan Tarık Kip, bu süre içinde stajyerlere öğretmenlik de yaptı. 1993 yılında emekli oldu. Türk Mûsikîsi repertuarına ikisi sözlü olmak üzere peşrev, semai, medhal ve oyun havası türünde yirmiye yakın eser kazandırmıştır.

zcanzgrÖzcan Özgür, 1936 doğumludur. Türk sinemasının eski oyuncularından birisidir. Aynı zamanda tiyatro sanatçılığı da yapmıştır. Deniz Assubayı olarak donanmada görev yapmış ve bir kaza sonrasında malulen emekli olmuştur. Tanınmasını sağlayan filmleri; Kardeşim Benim, Köşeyi Dönen Adam, Beş Parasız Adam, Üç Halka Yirmi Beş ve Kapıcılar Kralı’dır. Erotik Komedi filmlerinde de roller almıştır. Yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle 1995 yılında vefat etmiştir.

namkekinNamık Ekin; 1942 doğumludur. 1961 mezunu deniz assubayıdır. 1963 yılına kadar donanma gemilerinde Güverte Assubayı olarak görev yaptı. 1963 yılında SAT Komandosu ve Kurbağa Adam Kursuna katıldı. SAT Komandosu olarak özellikle ABD’de çeşitli kurslar ve eğitimler gördü. Judo’da dereceler aldı. Jimnastik, Güreş, Halter ve Vücut çalıştı. Karate ve Yakın Dövüş konusunda da eğitimler aldı. Türk halkı onu daha çok sualtı rekor denemeleri ile tanımaktadır. Aslında çeşitli spor dallarında rekorları ve başarıları vardır. SAT Komandoluğunu ve Deniz Assubaylığını halkımıza tanıtan ve sevdiren en önemli isimdir. Fakat daha çok komandoluğunu ön planda tutmaktadır. Hani ailemizin SAT Komandosu desek yeridir. Halen azim ve inançla rekor denemelerine devam etmektedir.

yaaratankazanr1Yaşar Atankazanır; 1929, İstanbul doğumludur. Deniz Gedikli Mektebinden mezun olur ve denizaltıcı bir assubay olarak donanmada göreve başlar. İki yıl sonra görevi bırakır. Mersin İdmanyurdu’nda Mersinli Ahmet’in himayesinde güreşe başlar. Daha sonra bir taraftan nakliyecilik işi yaparken bir taraftan da halter yapmayı dener. Halter’de 267,5 kilo kaldırmak suretiyle Balkan halter rekorunu kırar. 1955’te İstanbul’a gelir ve Kasımpaşa Güreş Kulübüne devam eder. Üç kez milli takıma seçilir. Tam hayatı spor üzerine sürerken, 1960 İhtilalı sonrasında girdiği bir iddia sonucu fotoğraf çekmeye başlar. Oysa hayatında bir kez bile eline makine almamıştır. Fotoğrafçılık onda bir tutku haline gelir. İşi öğrenmek için bir fotoğrafçının yanında iki yıl bedava çalışır. İstanbul’da Taç Fotoğraf Stüdyosunu kurar. Artık fotoğrafçılığı bir sanat olarak görmeye başlar ve kendisini daha da geliştirmek için yurt dışına açılır. Amerika’da mesleğinin okulu olan “School of Modern Photography”e devam ederek, oradan mezun olur. Ününü kısa zamanda Avrupa ve Amerika fotoğraf camiasına duyurur. Atankazanır, fotoğrafçılığa tesadüfen başlayan ama onu Türkiye’de bir sanat haline getiren, Türk Fotoğraf Sanatının duayen ismidir. Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü kurucularından olan Yaşar Atankazanır, 16 yıl öğretim görevlisi olarak burada görev yaptı. İlerlemiş yaşına rağmen halen bağımsız olarak fotoğraf çalışmalarını sürdürmektedir.

Saydığımız bu isimler bir şekilde kendisini başarılarıyla Türk halkına tanıtmış isimlerdir. Aslında biliyoruz ki, daha pek çok meslektaşımız meslek sonrası ikinci yaşamında yüreğinin sesini dinlemekte ve yepyeni başlangıçlara ve bu başlangıçlarda mütevazı başarılara imza atmaktadır. Örneğin karikatürist Özgün Uysal, Roman yazarı Ünver Kardeşler (Mehmet ve İsmail Ünver) aklımıza gelen ilk isimlerdir.

Genç meslektaşlarımızın asla unutmamaları gereken şey, hayatın zorlu ve çetin bir mücadele olduğudur. Fakat bilsinler ki; en umutsuz anlar, şafağın en yakın olduğu zamanlardır. İşte bu yüzden, tüm yaşamları boyunca hangi zorlukla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, asla pes etmesinler. Yüreklerindeki ışığı hiçbir zaman söndürmesinler. Çünkü karanlığı aydınlığa çevirecek en büyük güç, yüreğimizde taşıdığımız direncimiz, yarınlara ertelediğimiz umutlarımızdır.

Umudun türküsünü kaybetmeyenlere ne mutlu!

Aydın Kulak

(Kaynak gösterilerek ve yazar adı  belirtilerek kullanılmasında bir sakınca yoktur.)

Yazarın EMEKLİ ASSUBAYLAR ORG SİTESİNDE 17 KASIM 2011 Tarihinde yayınlanan Yazısıdır. 

NOT: Emekli Deniz Assubayı İlhami Kemal Atayolu’nun hikâyesi üzerinde, metine uyacak şekilde ama özüne sadık kalınarak, küçük düzeltmeler yapılmıştır.
KAYNAKÇA
  1. Kendi yazılarım ve yazılardaki kaynaklarım, Kişisel Yorumlarım/ Aydın Kulak
  2. www.emekliassubaylar.org /Gurur Duyduklarımız
  3. Ece Ayhan/Meçhul Öğrenci Anıtı Şiiri
  4. Ece Ayhan’ın Şiirinde Çocuk ve Eğitim Teması ve Felsefi Temelleri/Hulusi Geçgel
  5. http://anarrest.blogcu.com/ece-ayhan-siirinde-oznenin-halleri/3125883
  6. 1983 Mezunları Okul Yıllığı
  7. Okul Tarihçesine Ait Kendi Kişisel Notlarım/Aydın Kulak
  8. Emekli Deniz Assubayı İlhami Kemal Atayolu’nun Anıları
  9. Tarih Araştırmacısı Ergun Hiçyılmaz’ın bilgi ve görüşleri
  10. Aşık Ali Tanburacı ve Kırklareli Halk Müziği/Dr. Hüseyin Yaltırık/TRT İzmir
  11. Dr. Hüseyin Yaltırık’ın Açıklama ve Notları
  12. Yazar Yağmur Atsız’ın Yazıları
  13. Emekli Deniz Assubayı Halil Ergenli’nin Bilgi ve Yazışmaları
  14. www.damyo.edu.tr /Deniz Astsubay Meslek Yüksek Okulu İnternet Sitesi
  15. http://45devir.com/yalcin-ates / Yalçın Ateş Hakkında
  16. http://yenisafak.com.tr/arsiv/2003/mayis/31/g10.htmlAli Murat Güven /Haber (Zati Sungur)
  17. http://www.fotoforum.org.tr/index.php?p=etkinlik&id=43 /Y. Atankazanır Hakkında
  18. Fotoğraflarla geçen yarım yüzyıl/ Özer Kanburoğlu ( Y. Atankazanır Hakkında)
  19. Sinema Bilgi Siteleri
  20. www.milliyet.com.tr Gazete Arşivi
  21. www.dunya.com /haber (Salim Dündar)
  22. http://www.posta.com.tr/yasam/HaberDetay/Donanmanin_seyir_defteri.htm?ArticleID=35535 /Ergun Hiçyılmaz’ın Yazısı
  23. http://www.haberpan.com/haber/enver-pasa--e2-80-98askerlik-kisaltilsin /Enver Paşa Hakkında
  24. Çıpa Dergisi Özel Sayısı/Aralık 2003
  25. Kişiler Hakkında Çeşitli Sitelerden İnternet Araştırmaları

Kaynayan Kazan! SURİYE…

$
0
0
Kaynayan Kazan! SURİYE…

Tarihteki ilk yazılı anlaşma olan Kadeş Anlaşması’nın yapıldığı kadim topraklar…

Taa 7’nci yüzyıla dayanan Oğuz akınları…

Henüz 878 yılında bölgeye hâkim olan Müslüman bir Türk devleti, Ahmet Bin Tolun ve Tolunoğulları…

10 ve 11’inci yüzyıllarda devam eden yoğun Türk göçleri…

            Türk mezarlıkları ile Türk tapusu tescillenen bir coğrafya…

            Süleyman Şah ile Suriye’nin bağrına vurulan bir Türk mührü…

1078 yılından itibaren kurulan Suriye Selçuklu Devleti ile devam ettirilen Türk hâkimiyeti…

Daha sonra başka bir Türk devleti olan Memlûklüler yolu ile korunan Türk tapusu…

Ve 1260’tan itibaren bir Türk devletinin başkenti olan kadim Şam şehri…

Son sınırları, Gertrude Bell ve Lawrence gibi İngiliz casusları tarafından cetvelle çizilen yapay bir devlet!

Şimdi ise, şeytan üçgeninin tam ortasındaki bahtsız bir ülke!

Evet, işte bu kadim topraklar, bugünün kaynayan kazanı Suriye!

Suriye’deki son Türk hâkimiyeti; Yavuz Sultan Selim Han komutasındaki Türk ordusunun, 24 Ağustos 1516 tarihinde Mercidabık'ta Memluklular'ı yenmesi ile başladı ve Suriye 1918 yılına kadar kesintisiz olarak tam 402 yıl boyunca Türk hâkimiyeti altında kaldı.

Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı gün, son bir çırpınış olarak, Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’na Mustafa Kemal Paşa atanmış ama artık Suriye için maalesef ki iş işten geçmişti.

Peki, Mustafa Kemal ne mi yaptı?

Mustafa Kemal; Filistin harekâtını icra eden bu son ordu kalıntılarını bir araya topladı ve Toros Dağlarının kuzeyine sağ salim çekilmelerini sağladı. İşte Mustafa Kemal Paşa’nın kuzeye çekmeyi başardığı bu kuvvetler, bir yıl sonra başlayacak olan Türk İstiklal Mücadelesi’nin Güney Cephesi’ndeki çekirdek kadrosunu oluşturacak olan birliklerdi. Daha sonra ise Mustafa Kemal; Yarbay Şefik (Özdemir) Bey komutasında teşkilatlandırdığı milis birlikleri ile Ankara Anlaşması yapılana kadar, Fransızlara Suriye’yi dar etmeyi başarmıştı.

Önce İngilizlerin eline geçen Suriye, daha sonra Sykes-Picot Anlaşması gereği İngilizler tarafından Fransa’ya bırakıldı. Bu dönemde Türkiye ile Fransa arasında meşhur Ankara Anlaşması imzalandı. Suriye’deki Fransız idaresi 1946’ya kadar devam etmiştir. 

Türkiye ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması’nın 7. maddesi ile Suriye Türkmenleri konusunda Türkiye’ye garantörlük verilmiştir. Yine aynı anlaşmanın 13’üncü maddesine göre Suriye üzerinde (Halep ve Şam Vilayetleri) bazı haklarımız bulunduğu da öne sürülmektedir.  Daha sonra 20 Kasım 1922 tarihinde başlayan Lozan Konferansı’nda Suriye sınırı neredeyse hiç konu edilmeden aynen Ankara Anlaşmasında olduğu gibi kabul edilmiştir.

1958'de yapılan toprak reformu ile Suriye Devleti tarafından; Türkmenlere ait birçok tarla, bağ ve bahçeye kamulaştırma yoluyla haksızca el konulmuştur. Bu ve benzeri uygulamalar yüzünden, 1950'ler boyunca Türk asıllı aileler, Halep’ten Türkiye’ye kaçmaya devam etmişlerdir.

Suriye'nin kuzeyi dağlık ve yer yer ormanlık, iç kısımlarında ise çöl şartları etkilidir. Suriye'nin güneydoğusunda Suriye Çölü yer alır. Suriye topraklarının üçte ikisi çöllerle kaplıdır. Akdeniz kıyısında Akdeniz iklimi egemendir. Tarım ve hayvancılık halkın temel uğraşıdır. Suriye'nin yeraltı kaynakları arasında petrol ve fosfat en önemli yeri tutmaktadır.

21. Yüzyıl Enstitüsü ve diğer kuruluşların yaptıkları araştırmalara göre, Suriye etnik yapısı ortalama olarak; % 77-83 Arap ,% 7-9 Kürt/Ermeni ,% 5-6 Türk , % 1 Çerkez, % 1 diğer, ayrıca Filistinli ve Iraklı mültecilerden oluşmaktadır.

Dini inanç olarak bunların %74’ü Sünni Müslüman, %12’si Şii Müslüman, %10’u Hıristiyan %3’ü de Dürzi’dir. Hafız Esad ve Beşar Esad ise Nusayri Müslümanıdırlar, Yani Nusayrilik Arap Aleviliği demektir. Suriye nüfusunun en az %18’i Nusayri, yani Arap Alevisi’dir. Suriye’de yönetim egemen olan Baas Partisi de bunların elindedir.

Suriye’de azınlık olarak yaşamakta olan Türkler, günümüzde ağırlıklı olarak; Şam, Lazkiye, Hama, Humus, Halep ve Rakka kentlerinde ve köylerinde bulunmaktadırlar. Şam bölgesinde yaşayanlara Şam Türkmen’i denirken, Halep ve Rakka bölgesindekilere Halep veya Culap Türkmen’i, Lazkiye Türkmenlerine Bayır-Bucak Türkmen’i (Türkmen Dağı) denmektedir. Nüfus sayımlarında milliyetleri ile sayılmadıklarından sayıları hakkında kesin bilgi yoktur. Çeşitli kaynaklarda 200.000 ilâ 3.500.000 arasında farklı tahminler verilmektedir. ORSAM’ın 2011 tarihli araştırmasında; Suriye’de Türkçe konuşan Türkmen sayısı yaklaşık bir buçuk milyon, Türkçeyi unutmuş Türkmenlerle beraber sayılarının 3,5 milyon civarında olduğu belirtilmektedir.

Peki, Suriye’deki bugünkü sorunlar yumağına nasıl gelindi?

Aslında her şey, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi olan “BOP”u uygulamaya koymasıyla başladı. İlk önce Saddam’ın Kuveyt’i işgalini (önce organize, sonra da) bahane eden ABD, Irak’ı işgal ve istila etti. Bu yolla Irak yeraltı kaynaklarının da üzerine oturmuş oldu, ayrıca Ortadoğu’da yeni ve büyük askeri üsler elde etti. Daha sonra belki de kendisinin kurguladığı 11 Eylül Saldırısını sebep gösteren Amerika; Afganistan’a asker gönderdi ve orayı da denetimi/hegemonyası altına aldı. Neden Afganistan? Çünkü Afganistan Rusya’nın büyük ideali olan sıcak denizlere inme ve genişleme politikasının ulaştığı son noktaydı. ABD bu hareketiyle zaten eski gücünde olmayan Rusya’nın önünü de kesmiş oldu.

Hemen ardından başlattığı Arap Baharı harekâtıyla da Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Yemen ve Mısır’ı kolayca yeni hegemonyalarına ekledi, buraları da usulünce sömürmeye başladı. Mısır’dan doğuya doğru harita üzerinde ilerlediğimizde gördüğümüz İsrail zaten kendi çocuğuydu, Ürdün ve Suudi Arabistan ise asla bağımsız olamamış ve daima Amerika ile birlikte hareket eden modern sömürgeleriydi. Arabistan denilen sözde devlet ABD’nin Ortadoğu’daki bütün harekâtlarına hem askeri yönden hem de maddi yönden en üst düzeyde katılmamış mıydı? Başka bir Arap ülkesi olan Irak’ı beraber bombalamamışlar mıydı? Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri de aynı kategorideki devletler olarak, her zaman ABD’ye hizmet etmeye devam etmişlerdir.

Durum böyle iken, ABD açısından Ortadoğu’yu tamamen kontrol edebilmek için,  hizaya getirilip terbiye edilmesi gereken iki devlet daha vardı. Bunlardan biri Suriye diğeri de İran’dı. Fakat ABD’nin BOP kapsamında sürdürdüğü müdahale ve harekâtlara baktığımızda, bu müdahalelerin rasgele olmadığını görmekteyiz. Evet, bu ülkelerin her biri ABD için ayrı birer hedef ve ayrı ayrı kazanımlar… Ama bu manzaraya baktığımızda, asıl hedefin bütün bu ülkelerden başka bir ülke olduğu hemen ortaya çıkmaktadır. Kuzeyi Karadeniz ve Rusya, batısı Ege denizi ve Yunanistan, Doğusu ABD’nin kontrol ettiği Afganistan, güneyi Irak, İsrail, Suudi Arabistan, güney doğusu İsrail, Mısır, Libya ve Tunus gibi ülkelerle kuşatılan bu hedef ülke maalesef ki, Türkiye’dir! Sakın unutmayalım, Suriye ve İran’dan sonraki nihai hedef Türkiye’dir. Hatta ABD için şartlar uygun gelişirse, belki Suriye’den sonraki ilk hedef Türkiye olacaktır!

Bölgede ABD açısından çetin ceviz olarak görülen üç ülke vardır. Haydut veya şeytan devletler olarak dillendirilen bu devletler; İran, Suriye ve (gizli haydut) Türkiye’dir. Türkiye ve İran’a müdahale için henüz çok erkendi. Onun için bu iki ülke şimdilik kaydıyla kontrollü olarak yıpratılıp zayıflatılmalı ve günü geldiğinde yapılacak nihai müdahaleye hazır hale getirilmeliydi. Takvimler 15 Mart 2011’i gösterdiğinde, müdahale için en uygun ülke, yani sıradaki av Suriye idi. Üstelik Suriye’ye yapılacak müdahale ile bir taşla birkaç kuşun aynı anda vurulması fırsatı da vardı.

O yüzden vekâlet savaşları yöntemi ile harekete geçildi, ilk vekâlet ise başındaki yönetici BOB’un Eş Başkanlarından biri olan Türkiye’ye verildi. Gerekli para, Arabistan ve Katar tarafından karşılanacaktı. İşte o yüzden kardeşim Esad, bir günde düşmanım Esed’e dönüştü! Peki, Suriye harekâtıyla ve Türkiye’yi kullanarak ABD’nin Suriye’de vurmayı planladığı o birkaç kuş neydi?

1.         Bölgedeki İran hariç bütün ülkeler ABD’nin kontrol ve hegemonyası altında olduğu halde, Suriye Rusya’nın kontrolü altında olan tek ülkedir. Bu harekât başarı ile tamamlanırsa, Suriye de ABD hegemonyasına sokulacak ve Rusya’nın bölgedeki etkinliği kırılarak, Akdeniz havzasının tamamında ABD borusu öter hale getirilecektir.

2.         Suriye’deki üsler Rusya’ya değil ABD’ye hizmet eder hale gelecektir.

3.         Suriye’nin yeraltı kaynakları ABD’nin lehine kullanılacaktır.

4.         Bölgede İsrail’in güvenliği ve bekası garanti altına alınacaktır.

5.         Bu harekât kapsamında Suriye’nin kuzeyinde yeni bir Kürdistan kurdurulmak suretiyle, İsrail’e kardeş ve ABD’nin her istediğini yapmak zorunda olan kukla bir devlet daha yaratılarak İsrail’in yalnızlığına son verilecek.

6.         Türkiye’nin bölgedeki etkinliği azaltılarak yıpratılmasına katkı sağlanacak.

7.         Her şeyden önemlisi de nihai hedef ülke olan Türkiye güneyinden tam 911 kilometrelik çok uzun bir şeritten kuşatılmış olacaktır.

Bu kuşatmaya, Rusya açısından baktığımızda ise; aslında Rusya’nın, Suriye’nin kuzeyinde yeni bir Kürt Devleti kurulmasına bir itirazı yoktur, hatta işine gelen bir durumdur. Fakat Rusya’nın Suriye’de bulunan deniz, hava ve kara askeri üsleri, Rusya’nın sıcak denizlere inme idealinin ete kemiğe bürünerek gerçekleştirilebilmiş tek tarafıdır. Rusya’nın Ortadoğu’yu ve Akdeniz’i dinleyebildiği, izleyebildiği, gözetleyebildiği, istihbaratını alabildiği, icap ettiğinde Akdeniz’de ben de varım diyebildiği ve ABD’ye karşı gövde gösterisi yapabildiği tek yer Suriye’dir ve buradaki üsleridir. O yüzden Rusya ne olursa olsun Suriye’den vazgeçmeyecektir.

Rusya’yı Suriye’den ve oradaki çıkarlarından vaz geçirebilecek tek şey, büyük bir askeri yenilgidir ki, bu da öyle kolay bir şey değildir. Zaten Rusya, Suriye’den vazgeçmeyeceğini çok kararlı bir şekilde, daha krizin ilk günlerinden itibaren göstermiş ve ABD’ye karşı bölgede askeri, siyasi ve psikolojik üstünlüğü ele geçirmiştir.

Mesele Suriye’yi kimin ve nasıl yönettiği / yöneteceği meselesi değildir. Mesele Suriye’nin kimin kontrolünde kalacağı meselesidir. Dolayısı ile Esad değişse bile bu politika değişmeyecektir. Rusya Suriye’de hali hazırda sürdürdüğü harekâtına devam ederken, fırsat buldukça da Türkiye’yi, sopa & havuç yöntemi ile kendi tarafında konumlanmaya zorlamaktadır. Kendi tarafında kaldığı sürece Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtına destek vermekte veya en azından sessiz kalarak zımnen destek olmakta, PYD’yi desteklemekten biraz uzak durmakta ve Suriye’deki Türkmenlere de pek dokunmamaktadır. Ancak Türkiye’nin ABD tarafına kaymaya başladığını gördüğü anda, hemen Kürt kartını çıkarıp PYD’yi desteklemeye başlamakta, Fırat Kalkanı Harekâtı’nı engellemekte, Türkmenlere ve diğer muhalif gruplara karşı çok acımasız saldırılar gerçekleştirmektedir. Görünen odur ki, Rusya’nın oluru olmadan Türkiye’nin Suriye’deki harekâtı, bundan sonra da çok zorlu olacaktır.

Fakat burada gözden kaçırılmaması ve üzerinde dikkatle durulması gereken bir nokta vardır ki, batının da doğunun da Türkiye’ye karşı mutabık olduğu ve müşterek hareket ettiği proje, Kürt projesidir. Çünkü Doğu (Rusya, İran, Çin) Türkiye’nin doğusunda toprakları Karadeniz’e kadar ulaşan bir Kürt devleti kurdurmak suretiyle, o kukla Kürt devletini Türkiye ile Türk dünyasının arasına adeta bir kama gibi sokmak suretiyle, Türkiye ile Türk dünyasının bağlarını koparmaya ve Turan’ı (Türk Birliğini) engellemeye çalışmaktadır. Türkiye ve Türk dünyasının küresel bir güç olmasını önlemenin en etkili yolu da işte budur. Karadeniz bölgesinde, PKK terör örgütüne destek olacak bir halk ve destek alt yapısı olmadığı halde, PKK’nın fırsat buldukça Karadeniz taraflarına yayılma ve açılma hamlelerine bu gözle bakılmalıdır. Kuzeyde Karadeniz’den Irak’a kadar uzanan bir kama…

Diğer yandan Batı’nın (ABD ve saz arkadaşları ve aynı zamanda Doğu’nun) aramıza sokmak istediği başka bir Kürt kaması daha vardır. Bu kama da Irak’tan başlayıp Suriye üzerinden devam edip Akdeniz’e kadar uzanacak olan kamadır. Süleyman Şah Türbesi’nin Türkiye’ye tahliye ettirilmesinin sebebi de, aslında bu kamaya yer açmak idi. Bu olaya da bu gözle bakılmalıdır. Buradaki amaç ise, kurulacak Kürt devleti (İlerde İsrail’e devredilecektir) ile; Türk dünyası ile Müslüman dünyasının maddi ve manevi bağlarını tamamen kopartmaktır!

Eğer bu iki kama, doğuda güneyden kuzeye, güneyde ise doğudan batıya sokulabilirse, Türkiye’nin etrafının kuşatılması da tamamlanmış olacaktır. İşte Türkiye’nin biraz gecikmeli de olsa başlatmış olduğu Fırat Kalkanı Harekâtı, güneyimizde doğudan batıya yani Akdeniz’e kadar sokulmak isten bu kamayı tam da ortasından kırma girişimidir. Özcesi, emperyalist kuşatmayı yarma girişimidir. Bu yüzden Türkiye, bu harekâtta başarılı olmak zorundadır. Bu Türkiye’nin hem kendi bekası açısından, hem de Müslüman ülkelerin uyandırılması ve emperyalizme karşı mücadele etmelerinin sağlanması, yani onların bağımsızlıkları ve bekaları açısından da çok önemlidir.

Bu tezgâhın farkına varan devlet aklı ile harekete geçen Türkiye; 24 Ağustos 2016 tarihinde başlattığı harekâtla, önce Cerablus’u ve sonra Dabık’ı ele geçirdikten sonra El Bab’a doğru yürümüştür. Bu yazının kaleme alındığı tarihte, El Bab’da Türk ordusu tarafından büyük oranda hâkimiyet sağlanmış olmakla birlikte, çatışmalar hala sürmekteydi. Türk Hükümeti tarafından bir sonraki hedefin Menbiç ve Rakka olduğu açıklanmıştır. Menbiç hedefi Türk devlet aklına uygun bir hamle olmakla birlikte, Rakka konusunda tekrar tekrar düşünülmelidir.

Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtı’nın amacı; tabi ki, sadece araya sokulan Kürt kamasını kırmak değildir. Türkiye’nin bu harekâttan beklentilerini kısaca şu başlıklar altında özetlemek mümkündür:

1.         Türkiye’nin güneyinden kuşatılmasını önlemek.

2.         Türkiye’nin güneyinde yeni bir kukla Kürt Devleti kurulmasını önlemek.

3.         Kurulması planlanan Kürt Devleti yolu ile Türkiye’nin İslam dünyası ile olan bağının koparılmasını önlemek.

4.         Güneyde kurulacak olan ikinci bir Kürt Devleti yolu ile Türkiye’nin bölünmesini tetikleyebilecek şer olayların önüne geçmek.

5.         İsrail’in güçlenip genişlemesinin ve Türkiye sınırlarına kadar yayılmasının önüne geçmek. Zira Türk devlet aklı Arz-ı Mevud’u ve Yahudi emellerini unutmamaktadır.

6.         Suriye’deki Türk varlığını yok olmaktan kurtarmak ve Suriye Türkmenlerinin güçlenmesini sağlamak.

7.         Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlamak.

8.         Bölgede tehlike olarak görülen IŞİD, PYD gibi terör örgütlerini bölgeden temizlemek ve bölgeyi güvenli bir bölge haline getirmek.

9.         Türkiye’nin başına uzun zamandır sıkıntı oluşturan mülteci problemini çözmek, mültecileri Türkiye’den çıkararak burada tesis edilecek güvenli bölgelere yerleştirmek.

10.      Mümkün olduğu kadar ele geçirilen bölgelerde kalmak.

11.      İmkânı olursa, ele geçirilen yerlerden çıkmamak.

12.      Çıkılmak zorunda kalınırsa da orada özerk bir yapı / yönetim oluşturmak ve o yapının garantörlüğünü alarak çıkmak.

Lakin yeri gelmişken, Suriye’nin de diğer bağımsız ülkeler gibi, kendi devlet sınırları içinde hükümran bir ülke olduğu düşünülürse, Türkiye’nin ve ABD’nin Suriye topraklarında yürütmekte oldukları bu harekâtın uluslararası hukuka uygun olmadığını da söylemek zorundayız. Burada Rusya’nın durumu, Türkiye ve ABD’den farklıdır. Çünkü Rusya, hükümran ülke olan Suriye’nin daveti üzerine ve anlaşmalı olarak bu ülkede bulunmaktadır. Bu noktada, Türk ordusunun Suriye’de bulunmasının meşru olmadığını belirtmekle birlikte; 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması’nın 7. maddesi ile Suriye Türkmenleri konusunda Türkiye’ye garantörlük verilmiş ve yine aynı anlaşmanın 13’üncü maddesine göre de bazı haklar tanınmıştır. Tarihçiler ve uluslararası devletler hukuku konusunda uzman olan devlet görevlilerince bu anlaşma tekrar masaya yatırılmalı, üzerinde titizlikle çalışılmalı devletimizi yönetenler ona göre yönlendirilmelidir. Türkiye Suriye’de bulunmasını meşrulaştırmak adına, bu maddeleri ön plana çıkarmalı ve bu anlaşmadan doğan haklarını korumak üzere orada bulunduğunu uluslararası kamuoyuna sık sık deklare etmelidir.

Eğri oturup doğru konuşacak olursak: Türkiye’nin, Suriye tarafından terörist olarak görülen muhalif unsurlara arka çıkması, eğitmesi, donatması ve hatta birlikte harekât yapması; Baba Hafız Esad döneminde Suriye’nin, bizim terörist olarak gördüğümüz PKK’ya sahip çıkması, eğitim kampları kurdurması, silah ve malzeme vermesi, koruyup kollaması arasında bir fark yoktur. Yani bir anlamda, Suriye’nin yıllar önce komşusuna yaptığının aynısı, şimdi komşusu tarafından kendisine yapılmaktadır. Ne diyelim? Arapçası “Men dakka dukka”, Türkçesi de “Etme bulma dünyası…” Fakat ne olursa olsun; Türkiye kendisini saran emperyalist kuşatmayı yarmak, Türk ve İslam âlemi ile arasına sokulmaya çalışılan kamaları kırmak zorundadır. Çünkü mevzubahis olan vatandır.

Bu arada Dabık ve El Bab yerleşim birimlerinin Türk tarihi ve İslam inanışı yönünden çok özel yönleri de bulunmaktadır.

Türkiye sınırına sadece 20 km mesafedeki Dabık; Türk tarihindeki ünlü Mercıdabık Zaferi’nin kazanıldığı yerdir. Yavuz Sultan Selim komutasındaki Türk ordusu ile Kansu Gavri komutasındaki başka bir Türk ordusu (Memluk) 24 Ağustos 1516 günü Dabık Ovası’nda karşı karşıya gelmiştir. Yapılan savaşta, Arap coğrafyasını Osmanlı Türklerine açan Mercıdabık zaferinin kazanılmasıyla, bölgede tam 402 yıl sürecek Türk hâkimiyeti Dabık’ta başlamıştır. Bu nedenle, Türkiye tarafından Suriye’de başlatılan Fırat Kalkanı Harekâtı da, bu sembolizme uygun bir şekilde, Mercıdabık Zaferi’nin kazanıldığı gün olan 24 Ağustos 2016 tarihinde başlatılmıştır.

Diğer yandan, hadislere göre Mehdi komutasındaki İslam ordularıyla Deccal komutasındaki "Romalı" yani batıdan (Amikiye, Hatay tarafından) gelecek gayrımüslim orduları Dabık'ta çarpışacaklardır. Yani Dabık, üç büyük dinde de yer alan “Kıyamet savaşı”nın mekânı olarak görülmektedir. Hıristiyanlar buna “Armageddon” ismini verirken, İslam dünyasında ise bu savaş, “Melhame-i Kübra” (Büyük Kıyım) olarak geçmektedir. Rivayete göre bu büyük savaşta, Müslüman orduları galip gelecek, savaşın sonunda ise İsa Mesih yeryüzüne inecek ve yönetimi devralacaktır.

Arapça’da “kapı” manasına gelen el-Bâb ise; IŞİD’in Suriye’nin kuzeyindeki en önemli direniş noktası olup, Halep’e 40 km mesafede bulunmaktadır. Daha da önemlisi, IŞİD’in en çok vurgu yaptığı, dünyanın sonunu getireceği rivayet edilen Kıyamet Savaşı’nın yapılacağı Dâbık’a da yaklaşık 40 km uzaklıktadır. Şayet IŞİD burada tutunamazsa, Kuzey Suriye’yi kaybedecek ve yaklaşık 100 km güneydoğudaki başkenti Rakka’ya çekilmek zorunda kalacaktır. Böyle olunca da IŞİD; kendi mitolojisi ve propagandasının önemli bir unsuru olan Dâbık’ı kaybetmiş olacaktır. Böylece, önemli bir propaganda üstünlüğünü ve psikolojik savaşı da kaybedecektir. Onun için El Bab’a canları pahasına sarılmaya ve direnmeye devam etmektedirler.

Örgütün İngilizce olarak yayımladığı dergisinin adı “Dâbık”, Arapça olarak neşrettiği derginin ismi ise “Konstantiniyye” yani İstanbul’dur. Bu yayınlarına göre, IŞİD’in yakın hedefi İstanbul; uzun vadeli hedefi ise Roma (Vatikan)’dır. Dikkat edilirse onlara göre İstanbul hala kurtarılmış bir şehir değildir. Bu nedenle de IŞİD’in en büyük düşmanlarından biri de Türkiye’dir! Türk ordusu mensuplarını da “Dinden Çıkmış”, “Dönmüş”, “Dönek”, “Hain” (Ridde, Mürted) olarak görmektedirler. Bu yüzden de acımaları yoktur.

Hem Doğu’daki hem de Batı’daki bütün Türk düşmanlarının eskiden beri kullanageldikleri bu Kürt kartı, şimdi olduğu gibi bundan sonra da kullanılmaya devam edilecektir. Bu kartı ve diğer kartları boşa çıkarmanın yolu ise; Türkiye’nin askeri ve ekonomik yönden çok güçlü olmasına ve Turan ülküsünü gerçekleştirebilmesine bağlıdır.

Kart olarak kullanılan bu Irak ve Suriye Kürtlerine gelince; Yahudilerin deyimi ile Pesah oğlu Mesut Barzani’nin yönetimindeki Kürtlerin Yahudi bağlantıları dikkatlerden kaçırılmamalı, Suriye Kürtleri denilince ise çok daha temkinli olunmalıdır. Zira 1915 Ermeni Tehciri Kanunu ile Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesinden göç ettirilen Ermenilerin çoğu bu bölgede iskan edilmiş ve yaşamlarını rahat devam ettirebilmek için biz Ermeni’yiz demektense Kürt’üz demeyi tercih etmişlerdir. Bu nedenle bölgedeki “Kripto Ermeni”ler konusu daima akılda bulundurulmalıdır. Sadece şu anda harekâtın devam ettiği El Bab ve civarındaki köylere dahi yerleştirilen ermeni nüfus, ABD arşiv belgelerine göre 8000 civarındadır. Diğer yandan, basına yansıyan haberlerin aksine olmak üzere El Bab’da ve Rakka’da IŞİD’e önemli bir halk desteği vardır. Üstelik Rakka’daki IŞİD mensuplarının bir bölümü, maalesef ki Türkmen’dir.

Suriye kazanı kaynamaya devam ediyor…

IŞİD konusunda daha fazla bilgi için bkz.: Hasip Sarıgöz, makale, “Şeytan’ın Şövalyeleri”

( https://www.academia.edu/17664418/%C5%9Eeytan%C4%B1n_%C5%9E%C3%B6valyeleri_I%C5%9E%C4%B0D )

 Barzani için Bkz.: http://www.dorukturk.tv/makale/hasip-sarigoz/turk-dostu-sanilan-barzani-aslinda-kimdir/186.html

http://www.hurriyet.com.tr/barzani-ailesinin-yahudi-oldugu-ortaya-cikti-128488

http://odatv.com/barzaniler-ve-israil-2803101200.html

- Hasip Sarıgöz -

 hasip

Hoşçakal Sevgili Babam

$
0
0
Hoşçakal Sevgili Babam
Sabah ezanı ile uyandım. Hemen öncesinde gördüğüm rüyanın etkisindeydim, etrafıma bakındım ama, o rüya gözlerimin önünden gitmiyordu.
 
Alabildiğine uzanan dümdüz, yemyeşil bir alan. İleride insanlar büyük bir küme oluşturmuş.Yaklaşıyorum, kalabalığı yara yara ilerliyorum. Ortada, arkasında ''Rejisör'' yazan bir sandalye ve üzerinde elinde eski tip, sactan kıvrılarak yapılmış bir megafon bulunan bir şahıs oturuyor.
 
- ''Ne oluyor burada?'' diye soruyorum,
 
- ''Mehmet BAŞAĞ'ın hayatını filme çekiyoruz'' diyor elinde megafon olan şahıs.
 
- ''Aaaa o benim babam'' diyorum.
 
Saatler tam 05.30'u gösterirken ve ezan okunurken uyanıyorum. Saat 08.30 civarı işteyim.
 
Çiğli Havalimanı Hava Trafik Yaklaşma Kontrol Ofisinde. Arkadaşlar çayı hazırlamışlar, elimde bir sigara. Keyifliyim ve o sırada.
 
-''Başın sağ olsun'' diyor bir arkadaş içeri girerken. ''Sabah Dalaman Kuleden telefon ettiler, Baban vefat etmiş''.
 
Önce anlayamıyorsunuz söyleneni. ''Hı?'' diyebiliyorsunuz.
 
- ''Çok üzüldük Ali Bey. Babanız vefat etmiş''. Kalbiniz hızlı hızlı çarpmaya, gözleriniz kararmaya, kulaklarınız uğuldamaya, başınız dönmeye başlıyor.
 
- ''Hı, Kim? '' diyebiliyorsunuz kendinizin bile duyamayacağı bir tonda.
 
Hani kuvvetli bir fırtına eser de yürüyemezsiniz ya, siz hareket etmek istersiniz de birşey karşı koyar kıpırdayamazsınız ya. 1-2 saniyedir tüm bunlar ama orada değilsinizdir artık. Gidenle sizde gitmişsinizdir.
 
Eve gidersiniz hemen. Bakarsınız yüzüne. ''Uyuyordur'' aslında, inanamazsınız bir süre öldüğüne. Saçlarını, yüzünü okşarsınız. O kadar işlemiştirki sıcaklığı içinize, hissetmezsiniz bile ''buz'' gibi oluşunu. Çok şey söylemek istersiniz o anda ama, boğazınızın tam ortasına yumruk gibi birşey oturmuştur. Yutkunamazsınız bile.
 
- ''Babam'' diyebilirsiniz sessizce ''Babam''.
 
Belki hayatta çok zaman geçirememişsiniz birlikte olamamışsınızdır ama,çok sevmişsinizdir birbirinizi. ''Keşke''ler yapışır bu sefer sağınıza solunuza.''Keşke biraz daha sesini duyabilseydim...Keşke 1-2 saat daha beraber olabilseydim...Keşke bir kez daha çıkabilseydim kırlara beraberce...Keşke bir kez daha aynı masada yemek
yiyebilseydim onunla... Keşke...Keşke...Keşke...
 
'Çok şeyimiz vardır daha beraberce yapabileceğimiz ama,hayat ayırmıştır birbirinizi. Artık sonsuza dek anılarınızda kalacaktır yaptıklarınızla, yapamadıklarınızla.
 
Fırsatınız olsa, size bir imkan yaratılsa ve 1 dakika daha beraber olma şansı verilse ''Hayatınızın geri kalanını uğruna feda edebileceğiniz babanız'' yoktur artık.
 
mehmet basag
Bir cuma sabahı, sabah ezanı okunurken son nefesini verdiğini öğrendiğinizde bir tebessüm yayılır dudaklarınıza. Boğazınızda aynı yumruk, yutkunmaya çalışırken içinizin garip bir şekilde rahatladığını hissedersiniz, gözyaşlarınız yanaklarınızı yakarken.
 
O sabah gördüğünüz bu rüya gelir aklınıza. O,o sabah ezanında son nefesini verip bu hayata veda ederken aynı anda siz uyanmış, gözlerinizi yeni bir sabaha açmışsınızdır.
 
Ürperirsiniz ama, sevgi,saygı ve hürmet duyguları içinde ''Babam o sabah bana vedaya gelmiş rüyama'' dersiniz.
 
Tam 34 yıl geçmiş aradan ve hayat sizin için devam etmektedir. Üzeri kül ile kaplandı zannetiğiniz anlarda bile en ateşli bir köz yakar sol yanınızı ve her 2 Martta daha bir alevlenir.
 
Umarım günün birinde biryerlerde görüşeceğiz yeniden. O güne kadar hoşçakal ''Sevgili Babam''. Sevgiyle, saygıyla, hürmetle ve minnetle ''Hoşçakal Sevgili Babam''.
 
02.03.2017 Ali BAŞAĞ

 

ali basag

 

 

 

 

 

Bir Mucit Asubay; "Mehmet Başağ"... Okumak için TIKLAYINIZ

link basag

Sonsuz Karakola İntikalinin 64. Yılında Dumlupınar - Uğur Esmer

$
0
0
Sonsuz Karakola İntikalinin 64. Yılında Dumlupınar - Uğur Esmer

6O gece her iki makina tam yol tornistan dedi ve kelebek kanadını çırptı.

Bu adam o gece o emiri vermeseydi Dumlupınar isminin yanında tek satır açıklama olacaktı.

"Hizmete giriş 1950-Hizmetten çıkış 1972"

Resimdeki şahısın 1953 yaptığı bir hata şimdi benim deniz tarihi üzerine kariyer yapmamla neticelendi.

******

23 Nisan 1944'de pruvasında şampanya şişesi patladı ve denizle buluştu "USS Blower" 120 adet üretilen Balao sınıfı denizaltıdan biriydi.

Pasifik filosuna verilmişti ve Pearl Harbour üssüne verilmişti. !7 Ocak 1945'de ilk cephe görevine çıktı. ilk hasarını da bir hücumbot ile çarpışarak aldı. İkinci hasarını ise aynı yerden bu kez Sydney açıklarında aldı. Mürettebatı onun lanetli olduğunu düşünmeye başlamıştı.

Çıktığı 3 cephe görevinde de attığı hiç bir torpido isabet etmedi. Savaş bitti. 1948 yılına kadar genel devriyeler dışında bir görevi olmadı

1

Ağustos ayından aralığa kadar 1948'de USS Carb ile sonar ve radar eğitimleri yaptı. 1950 yılında Atlantik filosuna devredildi.

2

Mart ayında tadilata alındı. Tadilattan çıktığında o artık bir filo tipi denizaltıydı ve 1955 yılında ilk nükleer denizaltı hizmete girene kadar dünya üzerindeki en iyi denizaltılardan biriydi. Şnorkel eklenmişti ve mayın dökücü özelliği kazanmıştı. 16 Kasım 1950 tarihinde ABD ile Türkiye arasındaki Ortak savunma Destek Yasası kapsamında USS Bumper (TCG Çanakkale) ile birlikte Türk donanmasına devredildi.

3

19 Aralık 1950’de TCG Dumlupınar ve TCG Çanakkale İstanbul Boğazı’nda TCG Yavuz zırhlısının selam toplarıyla donanmaya katıldılar.

4

 Bu tarihten sonra Dumlupınar'ı çok yoğun eğitim ve tatbikatlar bekliyordu. 1. filotilla sancak gemisi olması sebebiyle tatbikatlara gidecek gemiler listesinde mutlaka yer buluyordu. Geminin ilk Türk komutanı Dz. Yzb. Bahri Kunt'tu. Daha sonra yerine Gv. Yzb Sabri Çelebioğlu geçti. 1. filotilla komodoru ise Dz. Kurmay Albay Hakkı Burak'dı.5

Sıklıkla karıştırılır. Soldaki resim komodora ait sağdaki ise Çelebioğlu'na.

1953 yılında Mart sonunda Mavi Deniz Nato tatbikatı düzenlendi. Bu tatbikata TCG Dumlupınar ve TCG I. İnönü denizaltıları katıldı.

Tatbikatta bu iki denizaltı sovyet denizaltısı rolünde faliyet gösterecek diğer nato gemileri de üzerlerinde denizaltı savunma sistemlerini test ettiler. Genelde bu tatbikat hakkında fazla bilgi verilmez. Tatbikat sonunda gemiler kendi ülkelerine doğru yola çıktılar.

Denizaltılar Ege denizini aşarak Çanakkale Boğaz'ı girişine geldiler. Burasıda aşıldıktan sonra Gölcük'teki yuvalarına döneceklerdi.

Boğaz girişinde 1. İnönü makinesi arızalandığı için demirlemek zorunda kaldı. Dumlupınar tek başına boğaza girdi. Saat 00'da vardiya değişimi yapıldı. Çelebioğlu nöbetini Üsteğmen Hasan Yumuk'a devretti ve Anadolu sahiline çok yaklaşmamasını tembihledi.

Komodor Burak'da Astsubay İnkaya'ya Gelibolu geçildikten sonra uyandırılmasını emredip yatmaya gitti. İnkaya nöbeti bittiği halde yelkende kalmaya devam etti. Boğaz seyri güç ve tehlikeli olduğundan mürettebat fazlasıyla gerilir.

Kilitbahir, Çanakkale, Eceabat geçildikten sonra Nara Burnu'na yaklaşılır. burası çok keskin bir dönemeçtir. Burun dönülmeye başlandığında gözcü er Naboland şilebini fark etti ve rapor etti. Hafif puslu bir hava olmasına rağmen görüş yeterliydi.

Hasan Yumuk müsademe rotasında olduklarını fark etti ve çarpışmamak için rotasını değiştirip sancak 15 emri verdi.

Rota değişikliğini duyan gemi komutanı geri yelkene çıktı ve emir komuta bende diye bağırdı. Geminin karaya oturmasından korkmuştu.

Her iki makina tam yol tornistan iskele alabanda emri verdi. Naboland'ın önünden Avrupa sahili tarafına geçmek istiyordu.

Ama bunun için yeterince hızlı değildi daha sonra makinalar stop emri verdi. Artık her şey için çok geçti.

Naboland baş torpido dairesine sancak tarafında çarptı. Daha sonra Dumlupınar'ı yan yatırdı ve altında çiğnedi.

7

Yelkendeki 8 kişi denize düştü. Bir müddet zifiri bir karanlık vardı sadece sonra Naboland projektörlerini yakmaya, işaret fişekleri atmaya başladı. Sonra filikalarını indirdi. Denize can simitleri atıyorlardı. Denizin üzeri kesif bir motorin tabakasıyla kaplanmıştı. Astsubay Şaban Mutlu Düşerken başını çarparak şehit olmuştu. Gözcü erler ise Dumlupınar'ın su üstüne çıkan pervanelerine tutunmuşlardı. Makine dairesindekiler son bir gayretle gemiyi kurtarmak için motorları tornistan çalıştırınca feci şekilde parçalandılar.

Denize düşenlerden sadece beşi sağ kalmıştı. filikalara alındılar. Bu sırada Naboland'ın kaptanı Oscar Frederic Lorentson sürekli olarak Çanak’a 3 Mil mesafede kimliği bilinmeyen bir denizaltı ile çarpıştık. Acil yardım gerekli! mesajı yolluyordu. Çarpışma öyle şiddetliydi ki Eceabat'tan duyulmuştu. 10 Numaralı gümrük motoru hemen olay yerine giderek filikalardaki personeli alarak Çanakkale deniz hastanesine götürdü. Denize düşenlere ısınmaları için genelde konyak yada likör verilir. Gümrük motorunda bunlar olmadığı için rakı verdiler.

Sahile toplananlar gümrük motorundan inenler rakı koktuğu için bunlar sarhoş o yüzden kaza oldu haberini yaydılar.

Bu doğru değildir. Ertesi sabah Eceabatlı balıkçılar sarı bir şamandıra buldular. Bu Dumlupınar'dan fırlatılan battı şamandırasıydı. 

İlk görüşmeyi yapan Çanakkale boğaz komutanı Albay Zeki Adar oldu. Astsubay Selami Özben kıç torpidoda 22 kişi olduklarını söyledi.

8

9

Diğer dairelerle irtibat kurmaya çalıştığını ama cevap alamadığını bildirir. Gölcük'e kaza haberi ulaşmıştır. TCG Kurtaran ve muhripler yola çıkmıştır. Ancak TCG Kurtaran ile iletişim sağlanamadığı için gemi yarı yolda geri dönmüş sonra tekrar Çanakkale'ye hareket etmiştir.

ABD 6. filosu da bir gemisini yardıma göndermiştir. Kurtaran pozisyon almak için sabitleme şamandırlarını atmaya başlamıştır ama yüksek akıntıda sürüklenince bu şamandıralar yerine iki muhrip demirler. Çalışmalara başladıktan sonra bir sorun farkedilir. Şamandırada yüzeye çıktığında sabitleyici olmadığı için akıntıyla sürüklenmiştir. Yani Dumlupınar battığı sanılan yerden metrelerce daha kuzeydeydi.

Aşağıdakilere sadece 3 gün yetecek kadar hava vardı. Yani vakit çok değerliydi. Kurtarma için battı şamandırası kablosuna takılacak kurtarma çanı denizaltı üzerine indirilecekti. Kurtaran doğru noktaya gitmek için hareket ettiğinde şamandıra kablosu pervaneye dolandı ve koptu.

Akıntıyla sürüklenip giden şamandıra peşinden tüm umutları da götürüyordu. Bundan sonra tek seçenek vardı. Dalgıçlar 85 metredeki denizaltıya inecek ve kaporta üzerine bir çelik halat takacaklardı. İnmeye çalışan dalgıçlar ya bir yaprak gibi akıntıda savruldular ya da yüksek basınçtan ağızlarında, kulaklarından, burunlarından kan geldi. derin dalış cihazı getirildi suya girer girmez su aldı kullanılamadı.

72 saat dolduğunda 7. tebliğ yayınlandı ve personelden umut kesildiği söylendi. TCG Başaran üzerinde bir tören yapıldı.

10 11
 12

*******

Gelelim hep anlatılan şu Gelibolu'daki kız safsatasına niçin bunun doğru olmadığını anlatayım. Hikayede üç denizaltı vardı deniyor.

İki denizaltı olduğunu daha önce belirttim. Sonra bu arkadaki denizaltının kazayı farketmeden ilerlediği söyleniyor. Bu imkansız.

14

10 numaralı gümrük motoru başçarkçısı Selim Yoludüz kazadan hemen sonrasını şöyle anlatıyor: "deniz üzerinde bir çok fosforlu can simidi vardı. Naboland tüm projektörlerini yakmıştı ortalık gündüz gibiydi sürekli işaret fişeği atılıyordu. Can simitleri projektör vurdukça parlıyordu. Bir kaza yerinden çok panayır yeri gibiydi."

Sizce böyle bir yerden geçerken denizaltının yelkenindeki 7 kişinin bunları farketmemiş olma ihtimali var mı?

Üstelik sürekli telsizden yardım isteniyor. Ayrıca Arızalı olduğu için 1. İnönü ertesi gün öğlen olay yerine geldi. Telefonla konuşanlardan biride 1. İnönü 2. komutanıdır.

Değinmek istediğim diğer bir şeyse ah bir ataş ver türküsü.

Ne diyor türkünün o klibinde ümitler kesilince şarkı türkü söyleyebilirsiniz sigara içebilirsiniz dendi. Onlarda bu türküyü söyledi. Bu da imkansız bir şey. Ümitlerin kesilmesinin sebebi şamandıranın kopması neyle söylenecek bu denizaltıdakilere? Kopan şamandıra tek iletişim aygıtları. Ayrıca tüm konuşmaların tutanakları tutulmuş tutanaklarda böyle bir şey yok. Bu sırf kaset satsın diye uydurulmuş bir şey.

Son olarak dava sürecine değinecek olursak İki kaptanda hapis cezası aldılar. Lorentson'un avukatı İhsan Yarsuvat'ın evi vatan haini denilerek taşlandı. Çelebioğlu hapisten çıktıktan 3 yıl sonra ihraç edildi. Hasan Yumuk ise denizaltı filosu amiralliğinden emekli oldu.

Nabolant İstanbul'da onarılırken mürettebatı linç tehlikesi atlattı. Lorentson bir kazada batan şilebinde öldü.

Dumlupınar'ın hikayesi burada bitti.

Dumlupınar tatbikattan döndükten sonra Amerika'ya gidecekti. Şehit olan personel Amerika'ya gidip ailelerinden uzak kalmak istemeyip tatbikata gitmek için hazırlanan mürettebata katıldılar. Hasan Yumuk'da bunlardan biriydi. Yani aslında farklı bir geminin ikinci komutanıydı ama Dumlupınar'ın 2. komutanı Amerika'ya gideceği için Yumuk Dumlupınar'a verildi.

13Denizcinin mezarında ot bitmez derler Allah rahmet eylesin hepsine.

Dumlupınar'ın hatırasına en çok kim zarar verdi biliyor musunuz? Ağızlarından onu düşürmeyenler.

Kliplerinde kullanıp, romantik hikayeler uyduranlar. Gerçek ne biliyor musunuz?

81 aile oğlunu, eşini, babasını kaybetti.

Dumlupınar son tatbikata gitmeden önce iki mürettebat hazırlandı. Biri tatbikata gidecek diğeri Amerika'ya bakıma gidecek ekip.

Şehit olanlar eşinin, çocuğunun hasretine, baskısına dayanamayıp Amerika yerine tatbikata gidenlerdi.

Okuyan herkese teşekkür ederim.

Sonsuz karakola intikal eden Türk denizaltıcıları! Ruhlarınız şadolsun!

Uğur ESMER

https://twitter.com/tcg_dumlupinar/status/849306390023876608

DUMLUPINAR NEDEN BATTI? İsimli Vİdeoyu İzlemek için TIKLAYINIZ

15

 

 

Tetikçi

$
0
0
Tetikçi
Bundan tam üç ay önce 08 Mart 2017 tarihinde yayınlanan "İkinci Bab?" başlıklı yazımda:
 
"Türkiye'nin El Bab'dan sonraki hedefi Menbiç.
 
Menbiç hedefi; Türk devlet aklına uygun, jeopolitik ve stratejik yönü de olan önemli bir hedeftir.
 
Lakin, bugün için Menbiçte;
 
* Kimin eli kimin cebinde?
 
* Kim kimin yanında?
 
* Kim kimin karşısında?
 
* Kim dost, kim düşman?
 
* At izi, it izi... Maalesef ki, belli değildir...
 
Üstelik, ABD & Rusya ittifakı ile burada Türk ordusuna bir tuzak mı kuruluyor? O da belli değildir.
 
Evet, Menbiç önemlidir. Ama Menbiç Türkiye açısından alternatifsiz bir hedef de değildir.
 
Hele hele devletimizin, 'İlla ki, Menbiç' gibi bir saplantıya girmesine hiç gerek yoktur.
 
Çünkü;
 
* Türkiye zaten, başarı ile icra ettiği El Bab Harekatı'yla, güneyimizdeki emperyalist kuşatmanın tam da göbeğine kendi hançerini geçirmiş vaziyettedir.
 
* Unutmayalım ki, Türkiye'nin komşularıyla en uzun kara sınırı Suriye sınırıdır ve bu sınır tam 911 kilometre boyunca uzanmaktadır.
 
* Bu kadar uzun bir sınır hattında, ulusal çıkarlarımız açısından Menbiç'ten çok daha tehlikeli olabilecek bölgeler de mevcuttur.
 
> Mesela AFRİN!"
 
demiştim ve devam etmiştim.
 
"Afrin'i çökertmek, bölücü Kürt kantonlarının Akdeniz'e ulaşma hülyasını hepten yok etmez mi?
 
Afrin'i çökertmek Türkmendağı'nı güvenlik altına almaz mı?
 
.... Hani diyorum ki, çok yönlü ve geniş düşünmeli...
 
Bu PYD, Fırat'ın batısında tehlikeli de doğusunda olunca tehlikeli değil mi?
 
Muhtemel bir Kobani veya Afrin Harekatı ABD ve Rusya'nın planlarını bozmaz mı?
 
Muhakkak ki, devlet aklı hepsini düşünür...
 
Bir bakarsınız, sağı gösterip sola vurur.
 
Birinci Bab El Bab idi, ya İKİNCİ BAB?"

Ne olacak diye sormuş ve yazıma son noktayı koymuştum.

 afrin
Aradan tam üç ay geçti,
 
Görünen o ki, devlet aklı hepsini düşündü.
 
Ve yine görünen o ki artık ikinci Bab'ın neresi olduğu belli oldu.
 
İkinci Bab başımıza bela olan Afrin'dir.
 
Afrin'dir ki, devletimiz buraya bir operasyon yapmak üzere sürdürdüğü hazırlıklarını bitirmek üzeredir.
 
Tabiri caizse Afrin Harekatı'nın eli kulağında!
 
Rusya ve özellikle ABD anladı ki Türkiye bu konuda kararlı...
 
İşte bu yüzden Coni tutuştu ve her sıkıştığında yaptığı gibi Türkiyenin hemen batısındaki tetikçisine yine göz kırptı...
 
Tetikçi durur mu hemen emir eri edasıyla harekete geçti.
 
Ne mi oldu?
 
İskenderun’dan yüklediği yükü İzmit'e götürmekte olan ACT isimli Türk gemisine, Rodos Adası açıklarında ve uluslararası sularda Yunan Sahil Güvenlik Komutanlığına ait botlar tarafından ateş açıldı!
 
Öyle korkutmak için falan da değil, gemiye tam 16 mermi isabet etti!
 act gemi
Al sana bir kaya nereye dayarsan daya.
 
Oysa bizim kucağımız zaten kaya ile dolu!
 
Kardak kayalığı mı dersin, Ege'de işgal edilen 18 Türk adası mı dersiniz, kendi elimizle bırakıp kaçtığımız ve hala geri alamadığımız Süleyman Şah Türbesi arazisi mi dersiniz, ne derseniz deyin bütün kayalar bizde...
 
Tarih aynasına bakarak, çok uzağa değil şöyle bir yakın tarihimize bakacak olursanız hemen görürsünüz ki, Türkiye ne zaman terörle adam akıllı bir mücadeleye kalkışsa, ne zaman Türk milletinin yararına ciddi adımlar atılmaya ve atılımlar yapılmaya kalkılsa; ya doğudaki Ayı ya batıdaki Fil, hemen tetikçilerine bir işaret çakar, cepheyi genişleterek veya tehdit bölgelerini çeşitlendirerek bizim esas konumuzla meşgul olmamızın önüne geçmeye çalışırlar.
 
Durup dururken Ermenilerle yaşanan krizlere, Yunanlılarla veya Rumlarla yaşanan ve birdenbire ortaya çıkan krizlere, Irak'ta yaşadığımız Başika türü krizlere, hatta ve hatta ısmarlama Katar türü krizlere işte bu gözle bakınız.
 
Yılanın kuyruğuna bir yerden basarsınız sesi başka yerden çıkar, bazen yangın başka bir yerde yanarken dumanı başka bir yerden çıkar, bazen de sahibine kızarlar ama sadece köpeğini dövebilirler... Maalesef ki uluslararası işlerin de böyle garip bir raconu vardır. Yüzüne doğrudan söylemezler ama işaretle haberleşmeyi severler.
 
Tetikçiler mi?
 
Önce onlar tetik çekerler, sonra da onların tetikleri çekilir! Bu işin kaderi de böyledir.
 
Su testisi misali, eninde sonunda su yolunda kırılıp giderler!
 
Afrin mi?
 
Mutlaka dağıtılmalı...
 
Arkasından Kamışlı, Süleyman Şah, Kobani ve Menbiç...
 
Bunları hallettikten sonra ilk fırsatta da Yunan tarafında işgal edilen Türk adaları esas sahibine döndürülmelidir.
 
Bu arada Barzani denen eşkiyaya da sipsivri bir işaret göndermenin tam zamanıdır.
 
Mesele büyük Türk milletinin bekası ise, başka çare yok!
 
Hükümet aklını bilmem.
 
Ama çok iyi bilirim ki;
 
Devlet Aklı her şeyi düşünür...
 
 
Hasip Sarıgöz  
E.İs.Kd.Bçvş.

TÜRK’E İHANETİN BEDELİ! - Hasip Sarıgöz

$
0
0
TÜRK’E İHANETİN BEDELİ! - Hasip Sarıgöz

“Havada bulut yok, bu ne dumandır?

Mahlede ölüm yok, bu ne figandır?

Şu yemen elleri nede yamandır,

Ah o Yemen’dir, gülü çemendir,

Giden gelmiyor! Acep nedendir?”

Onlar olmasaydı; yukarıda okuduğunuz bu ve buna benzer acıklı dizeler belki de hiç yazılmamış, yürekleri dağlayan ağıtlar hiç yakılmamış, memleketler yıkılmamış, aziz canlar uçmamış, asil kanlar akmamış ve belki de sayısız göz pınarından kanlı gözyaşları hiç dökülmemiş olacaktı…

Onlar ki:

Şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emelleriyle tevhit ettiler!

Üç kuruşluk menfaat ve kıytırık makamlar uğruna şereflerini ve haysiyetlerini sattılar!

Fitne ve fesadın karanlık çukuru olmayı izzeti nefislerine yakıştırabildiler!

Kendi devletlerine sırt çevirdiler!

Ekmeğini yiyip suyunu içtikleri vatanlarına her türlü kötülüğü yapmaktan geri durmadılar!

Ve onlar ki, içinden çıktıkları milleti sırtından vurup ona ihanet ettiler!

Fakat o hainler bilemediler ki, her ihanetin bir bedeli vardı!

Böylesi hainliklere ne milletin ne de Yüce Allah’ın rızası olmazdı, olamazdı… Bir türlü anlayamadılar!

damat ferit

İşte bu şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edenlerden biri de Sultan Vahdettin’in bile “Habis ruhlu melun” diye tarif ettiği Damat Ferit idi.

 Yunan ordusunun zaferle birlikte denize dökülmesinden sadece 13 gün sonra bir İngiliz İstimbotuna binerek İngiltere’ye kaçan bu alçak adam; ölünceye kadar adi bir kaçak ve bir sığıntı olarak yaşamış ve bir kaçak olarak da ölmüştür.

 İşin çok daha ilginci, 1954 yılına kadar gömülecek iki metrekarelik bir toprağı bile olmayan bu hainin cesedi, yıllarca bir tabut içinde ve karanlık bir bodrumda bekletilmiştir.

 Sadece Damat Ferit mi?

Tabi ki, hayır.

Daha neleri var.

Meşhur İngiliz Casusu Fitz Maurice’nin ifadesiyle “Çılgınlık derecesinde İngiliz taraftarı” bir diğer hain de Damat Ferit ile birlikte hareket ederek, memleketin İngiltere’ye teslim edilmesine çalışan ve yazdığı katran karası yazılarla sürekli olarak kin ve ihanetini kusmaktan geri kalmayan Ali Kemal’dir.

alikemal

Oysa bu vatan hainini de hainlere has bir son bekliyordu! İstanbul’da bir berber dükkânında tıraş olmak üzere oturduğu koltukta vatansever Türk milliyetçileri tarafından basılan Ali Kemal, hesap sorulmak üzere sevk edildiği İzmit’te, meşhur İzmit Saat Kulesi’nin dibinde ihanet ettiği halkı tarafından paramparça edilmiştir!

Tarihin ve talihin unutamayacağı hainlerden biri de Şerif Hüseyin’dir. İngilizlerle birlik olduğu Arap çöllerinde nice Türk evladının kanına giren Şerif Hüseyin’e; Osmanlı çökünce efendileri tarafından Hicaz Krallığı verildi. Bununla da kalınmadı oğullarından biri Ürdün Kralı, diğeri de Irak Kralı yapıldı.

Artık, Türk kanı ile sulanmış bu topraklarda aile boyu kral idiler.

Sırtlarını kim yere getirebilirdi ki?

serif huseyin

Ama kader… Kader diye bir şey vardı ve ondan hiç kimse kaçamazdı! Hainler ise asla!

Devran döndü ve bu sefer İngilizlerle anlaşan Suudi Vahabiler Şerif Hüseyin denilen bu haini Ürdün’e kadar kovaladılar. Ürdün’den sonra soluğu Kıbrıs’ta alan Şerif Hüseyin hastalıklar, acılar, pişmanlıklar acı ve gözyaşları içinde sürgünde (Amman’da) can verdi!

Şerif Hüseyin'in hayal kırıklığı, aşağılanma, acılar ve pişmanlıklar içinde söylediği şu sözler tam da ibretliktir: "Başımıza gelenler, Osmanlı'ya ihanetimizin ilahi cezasıdır!"

Peki, oğullarına ne oldu?

Oğullarından ilk Ürdün Kralı olan Abdullah, kendisine karşı Kudüs’de yapılan kanlı bir suikast sonucu hayatını da krallığını da kanlı bir şekilde kaybetti!

Yerine geçen oğlu Tallal, feci bir akıl hastalığına tutuldu ve ömrünü dedesinin ihanet ettiği Türklerin İstanbul'unda şifa ararken tamamladı.

Şerif Hüseyin'in Irak Kralı yapılan oğlu Faysal da bir süre krallığının tadını çıkardıktan sonra feci bir hastalığa yakalandı, adeta bir mum gibi eridi ve öldü. Öldüğünde sadece 35 kiloydu.

Yerine geçen oğlu Gaziül Evvel, fren aksamı bozulmuş bir arabayla bir direğe çarparak feci bir şekilde hayatını kaybetti.

Onun oğlu II. Faysal ise; Irak’ta çıkan bir isyanda oğlu (Şerif Hüseyin’in torunu) ile birlikte paramparça edildiler! Böylece ihanetin cezasını sadece ihanet edenler değil aile boyu çekmiş oluyorlardı. O günden bu yana hiçbir Irak Kralı veya Devlet Başkanı’nın normal yollardan ölemediklerini de hatırlatmak gerekir.

arabistanli lawrence

Bütün bu olumsuzlukların mimarı Arabistanlı Lawrence’nin başı göğe mi değdi? Tabi ki hayır. O da geçirdiği bir motosiklet kazasında beyni parçalanarak öldü.

Yine, bir Türk adı taşımasına rağmen, Türklükle alakası olmayan, İngiliz işbirlikçisi hainlerden birisi de Nuri Sait (Paşa) idi. Musul ve Kerkük’ün kaybedilmesinde büyük bir rol oynayan bu hain; Irak’ta İngilizlerin kurdurduğu Kukla Krallığın ilk Çakma Başbakanıydı. Yeni efendilerine yaranabilmek için oradaki Türkmenlere etmedik zulüm bırakmamıştı.

Fakat devran döndü ve İngiltere 1957 yılında oradaki yönetimi değiştirmeye karar verince Irak’ta bir ihtilal tertip edildi. İşte bu ihtilalden kadın kıyafetleri giyerek sıvışmaya çalışırken ele geçirilen Nuri Sait erkek gibi yaşayamadığı hayatını kadın kıyafetleri içerisinde öldürülerek noktalamış ve ihanetinin bedelini de ibretlik bir şekilde ödemiş oldu.

nuri sait pasa

Balkan Savaşı’nda İşkodra Kale Komutanı Hasan Rıza Paşayı vurarak, Kaleyi Sırp ve Karadağlılara satarak hainliğini tescilleyen ve tescilli bir hain olarak Abdülhamit Han’ı tahttan indirmeye giden dört kanı bozuktan biri olan Esat Toptani (Paşa) 1919 yılında Paris’te bir Arnavut genci tarafından vurularak öldürüldü.

Bütün dinler barışı ve sevgiyi emrettiği ve ihaneti de yasakladığı halde, Eflak Voyvodası Konstantin’e bir mektup yazarak onu Osmanlı Devleti’ne karşı isyana kışkırtan sözde din adamı İstanbul Patriği olan III. Parthenios yaptığı bu ihanetin cezasını İstanbul Parmak Kapı’da idam edilerek ödedi.

Fakat uslanmadılar, aradan tam 164 yıl geçti. Bu sefer de Yunanistan’ı Osmanlı topraklarından kopararak, bağımsız bir Hıristiyan devleti kurmak için ayaklanan Rum çetelerine gizliden gizliye para ve silâh yardımı yapıp, Mora isyanını açıktan açığa kışkırttığı tespit edilen Patrik Grigorias; ekmeğini yiyip suyunu içtiği Türk milletine ihanetten suçlu bulunarak, 22 Nisan 1821 günü patrikhanenin orta kapısında asılarak idam edildi. Ayrıca bu papazın Rus çarına yazdığı “Türkleri nasıl yeneriz?” temalı bir de ibretlik ihanet mektubu vardır.

Ders aldılar mı? Ne yazık ki, hayır!

İşgalci Yunan askerlerine “Evlatlarım, ne kadar Türk kanı döküp içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız!” diyen İzmir Metropoliti Hrisostomos; kanını içmek istediği Türk halkı tarafından İzmir’de paramparça edilerek ihanetinin bedeli ödetilmiştir.

hrisostomos

Mustafa Kemal’i ve Kuvvayi Milliye komutanlarını hain ilan ederek idamlarına hükmeden sözde Şeyhülislam Dürrizade Abdullah denilen şahıs ise Damat Ferit’ten sadece beş gün sonra ihanet ettiği ülkesinden kaçacak ve başka bir hain olan Şerif Hüseyin’e sığınacak ve çok geçmeden 1923 yılında orada bir sığıntı olarak ölecektir.

Hain Şeyhülislamlardan bir tanesi de Mustafa Sabri idi. “Elimden gelse Türkleri Arap yapardım” ve “Kuvvayi Milliye bir sergüzeştin sarhoşlukla ilan ettiği fitnedir” diyebilecek kadar alçaklaşan, mazlum Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idam fetvasını veren ve Saltanat Şurası’nda Sevr’i onaylayan milliyetsizlerden biri olan Mustafa Sabri de ülkesinden bir fare gibi kaçarak Romanya’ya, oradan Mısır’a, Yunanistan’a ve tekrar Mısır’a giderek vatansız bir vaziyette ölüp tarihin çöplüğüne gidenlerdendir.

mustafasabri

“Allah’ın emrine ve Halife’nin fermanına ittibaen Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının daha fazla yaşatılmaması”nı ve Türk milletinin Yunan’a savaşmadan teslim olmasını isteyen bildiriler yayınlayan İskilipli Atıf (Hoca) da idam edilmekten kurtulamayanlardandır.

Dini kullanarak isyan eden hain Anzavur; yok etmek istediği Türk milliyetçileri tarafından başı kesilerek hesabı kesilenler arasındadır.

Türkiye’nin Lozan’da vermediği Musul’u kaybetmesine sebep olan ve çıkardığı isyanla birçok cana mal olan İngiliz işbirlikçisi Şeyh Sait, 47 suçluyla birlikte asılarak idam edilmiştir.

Yine Tunceli İsyanı’nı çıkaran Seyit Rıza idam edilmiştir.

Kürtçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi, eğitimin Kürtçe yapılması; kaymakamların, nahiye müdürlerinin ve diğer memurların Kürtçe’yi iyi derecede bilenlerden tayin edilmesi; mahkemelerde verilen hükümlerin şeriata göre verilmesi ve Kürt bölgelerinden alınan vergilerin yine Kürt bölgelerine harcanması istekleriyle (ki biz buna bağımsız devlet isteği diyoruz) art arda isyanlar çıkaran Şeyh II. Abdüsselâm da Türk milletine yakayı ele vermekten ve adamlarıyla birlikte 1914’de idam edilmek akıbetinden kurtulamamıştır.

iskilipli atıf

Bu Abdüsselam ki, terör yüzünden akan her damla kana pis ellerini bulaştırmış olan bölücü ve hain Mesut Barzani’nin öz dedesidir. Bu Barzani de aynı dedesi ve aynı babası gibi, bugün bağımsız bir Kürdistan’ın peşindedir. Biliniz ki ihanet genetik bir hastalıktır ve maalesef ki Barzani’ye de iflah olmaz bir biçimde bulaşmıştır. Türk tarihini, ihanetleri ve hainleri bilenler için Mesut Barzani’nin sonu hiç de muamma değildir.

Güzel İzmir’i tek kurşun atmadan Yunana teslim eden ve daha sonra Kuvvayi Milliye’yi ortadan kaldırmak için kurulan Kuvvayi İnzibatiye’ye (Hilafet Ordusu) Başkomutan olarak atanan Hain Ali Nadir (Paşa); yurt dışına kaçmış ve kaçak lağım fareleri gibi yaşayarak vatansız bir şekilde Mısırda ölmüştür.

Adını aldığı Nemrut gibi acımasız ve şerefsiz birisi olan ve Türk milliyetçilerini tasfiye etmek için işgal 

seyh sait

güçlerince kurulan Divanı Harp vasıtasıyla nice Türk evladının kanına giren ve ayrıca Şeyh Sait İsyanı’nın tertipleyicilerinden olan Hain Nemrut Kürt Mustafa (Paşa) da kaçak vaziyette yurt dışında can veren vatansızlardandır.

Yalnızca bunlar mı?

Maalesef hayır, tarihin sarı sayfalarını karıştırdıkça karşımıza düzinelerce hain ve ibretlik sonları çıkmaya devam etmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri eski Bakanı Henry Kıssenger diyor ki: “Biz neden büyük devletiz, 

içimizde

barzani

ki hainleri öldürür, başka milletlerin hainlerini de o devletin başına getiririz.” Sanki bu eski 

bakanı doğrularcasına günümüzde de ihanetler ve hainlikler gemi azıya almış vaziyette devam etmektedir.

 

 

 henry

İşte Abdullah Öcalan denilen hain… En az 40.000 insanımızın canına ve kanına mal olan bu hain de, yaptığı canilikler ve hainliklerden sonra aynı ağabeyleri kaçak olarak orada burada dolaşmış ve daha sonra enselenerek İmralı’ya tıkılmış ve oradaki dört duvar arasında kendi malum sonunu beklemeye devam etmektedir.

abdullah ocalan

İşte Fetullah Gülen; o da vatanını, milliyetini, haysiyetini ve şerefini kaybetmiş bir vaziyette, başka devletlerin kuklası ve sığıntısı olarak yaşamaya devam etmektedir.

Bilinmelidir ki bu millet; Kozmik Oda’sına girenlerden de, ordusuna kumpas kuranlardan da, devlet kurumlarına sızanlardan da, milletin ….. sına koyanlardan da, Devleti soyanlardan da, ekmeğini yiyip suyunu içtiği bu millete karşı azanlardan da, birliğini ve dirliğini bozanlardan da bu ihanetlerinin hesabını bir bir soracaktır.

Çünkü bu topraklar çok hain gördü, fakat Türk milleti hepsini de tarihe gömdü.

Unutmayalım ki, bu büyük millet; Yüce Allah’ın sevdiği ve Sevgili Peygamberin de övdüğü aziz Türk milletidir.

Büyük Türk milletini önce Yüce Allah, sonra da kendi evlatları ebediyete kadar koruyacak, hainler ise birer birer hesaba çekilecek, bitecek ve kuruyacaklardır.

feto

Bütün bunları niye mi yazdım?

Demem o ki, büyük Türk milletine ihanet içinde olanlar ve ihanet etmeyi düşünenler; bir değil beş kez daha düşünsünler.

Akıllarını başlarına alsınlar ve biraz tarih karıştırsınlar.

Düşünsünler ve ibret alsınlar.

Bilsinler ki; ihanetin telafisi, kahpeliğin de bahanesi olmaz.

Ve demem o ki ayaklarını denk alsınlar.

Çünkü bütün dinlerde ve bütün evrensel inanç sistemlerinde ihanet yasaklanmış, aşağılanmış ve lanetlenmiştir.

Kutsal kitabımız yolu ile bütün insanlara bildirildiği üzere;

“O (Allah) gözlerin hainliklerini ve göğüslerin sakladıklarını bilir.” (Mü'min Suresi, 19. Ayet)

“Kim ihanet ederse, kıyamet günü ihanet ettiğiyle gelir.” (Al-i İmran Suresi, 161. Ayet)

“Sakın hainlerin savunucusu olma.” (Nisa Suresi, 105. Ayet)

“Allah'ın ihanet edenlerin hileli-düzenlerini başarıya ulaştırmaz.” (Yusuf Suresi, 52. Ayet)

Ve

“Gerçekten Allah; nankörleri, ihanet edenleri ve hainlikte ilerlemiş günahkârları sevmez!” (Nisa 107, Enam 58, Hac 38)

Biliriz ki Allah’ın sevmediği bir kulun sırtı yerden, başı beladan ve burnu da boktan kurtulmaz. Şimdiye kadar kurtulmamıştır ve şimdiden sonra da kurtulmayacaktır.

İhanetlerin bedeli dünya tarihi boyunca çok ağır olmuştur ve öyle olmaya devam edecektir.

Hele ki, Türk’e ihanetin bedeli!

Bizden söylemesi…

- Hasip Sarıgöz -

hasip sarıgöz profil kucuk

Viewing all 47 articles
Browse latest View live