Quantcast
Channel: Konuk Yazar
Viewing all 47 articles
Browse latest View live

Bize Ne Oldu? - Hasip Sarıgöz

$
0
0
Bize Ne Oldu? - Hasip Sarıgöz
Yumuşacık patileri…
 
Altın sırma gibi yeleleri…
 
Renk renk kuyrukları var.
 
Çeşit çeşit kulakları, birbirinden güzel desenleri var. Hepsinden de önemlisi bizlere bakan bir çift gözleri var…
 
Ne yazık ki hep göz ardı eder olduk! Yahu o gözlerin ardında size bakan sıcacık bir CAN var… Aynı senin gibi, aynı benim gibi.
 
Çağlar boyunca insanoğlu ile beraber oldular.
 
Kâh bir çoban köpeği olup sürülerimizi, kâh bir bekçi köpeği olup canlarımızı ve mallarımızı korudular. Bozkurt olup bizleri demir dağlardan çıkardılar, ordularımızın önüne düşüp yol gösterdiler. Asena olup ana oldular, At olup murat olup gönlümüze doldular. Elimiz ve ayağımız oldular ve dahi kanadımız olup bizi gün doğusundan gün batısına ve gün ortasına kadar sırtında taşıyan sadık dostlarımız ve kadim yoldaşlarımız oldular. Evlerimizde kedi olup bize yoldaşlık ettiler, evlerimizi farelerden temizlediler.
 
Hiç durmadılar, daima bizim için çalıştılar ve hep bize hizmet ettiler.
 
Kâh dolap beygiri olup kuyudan su çıkardılar, kâh öküz olup tarlada çiftimizi, harmanda dövenimizi sürdüler, mudullayıp kanattık tenlerini yine düşmanlık etmediler. Yine de arabalarımızı kağnılarımızı çekmeye devam ettiler. Eşek olup en ağır yüklerimizi taşıdılar, Fil olup ormanlarda bizim için çalıştılar. Arı olup bal verdiler. Daha ne yapsınlar etlerini sütlerini verip bizi beslediler, yünlerini verip bizi giydirdiler.
 
Emin olun saymakla bitiremeyiz.
 
Bütün bu yaptıklarının karşılığında bizden ne istediler?
 
Yalnızca sevgi… Yalnızca insanlık… İnsanca davranmamızı beklediler.
 
Peki, biz yapabildik mi?
 
Şimdi lütfen gözlerinizi kapayın ve hayvansız bir dünya düşünün…
 
Şimdi cevap verin. Onlar olmadan dünyanın bir güzelliği bir anlamı kalır mı? Peki, biz onlarsız yapabilir miyiz, yaşayabilir miyiz onlar olmadan?
 
Aslında biz Türkler böyle değildik. Biz merhametli bir millet idik, ne oldu bize?
 
Bizi bilen bilir. Bizde her şeyden önce yaşam hakkı kutsaldır. Cihatlar ve meşru müdafaa hariç olmak üzere, Allah’ın verdiği canı Allah’tan başka hiç kimsenin alma hakkı yoktur. Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek mesuliyeti vardır.
 
Daha ilkokul çağlarımda dedem rahmetliden dinlemiştim. Mahkemelerin verdiği idam cezalarını infaz için hiçbir Türk’ün görev almadığını ve bu işi genellikle Çingenelerin kabul ettiğini anlatmıştı. Bu konu sadece dedemin anlattıklarıyla da sınırlı değildir. Jön Türkler Hükümeti döneminde İstanbul’daki Sokak köpeklerinin öldürülmesi kararı verildiğinde, bir tek Türk dahi cellatlık vazifesi yapmayı kabul etmemiş, bu iş Rumlara, Ermenilere ve Levantenlere yaptırılabilmiştir.
 
Biraz daha geriye gidelim ve tarihin içerisinde kendimizi yani merhametli Türk’ü bulalım.
 
Görüyoruz ki, Osmanlı Devleti’nde adalet kavramı; milliyet, cins, zümre yahut din farklarını aşan çok şümullü bir değer ifade etmekteydi… Bu adaletin sadece insanlara has değil, kurda, kuşa, toprağa ve suya şamil bulunduğunu ve bu yüzden Osmanlı kanunnamelerine :”… ve ayağı yaramaz beygiri işletmeyeler. At, katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler ve ağır yük urmayalar, zira dilsüz canavardurlar, her kangısında eksük bulunur ise sahibine tamam itdüre, eslemeyanı tamam gereği gibi hakkından geline ve hammallar ağır yük urmayalar, mütearef (örf) üzere ola…” (*) diye hükümler konularak bu meselenin beygirin sakat ayağından eşeğin semerine kadar gözden uzak tutulmadığını görüyoruz.
 
Yine, Kanuni Sultan Süleyman’ın, kendisine hediye edilen bir armut ağacını sarayın bahçesinde bir yere diktirdiğini, fakat her nasılsa ağacı karıncaların sarıp kuruttuğunu, bunun üzerine Kanuni’nin devrin Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’den karıncaları öldürmek için fetva istediğini, ancak bu fetvanın verilmediğini de biliyoruz.
 
Peki, siz dünyanın ilk hayvan hastanesi olan “Gurabaha-ne-i Laklakan”ın (Düşkün Leylek Evi); 19’ncu yüzyılda Anadolu’da (Bursa) ceddimiz tarafından kurulduğunu ve bu hastanede; Başta leylekler olmak üzere, göçmen kuşların bakım ve tedavilerinin yapıldığını biliyor muydunuz?
 
Peki ya Peygamber Efendimizin çok sevdiği Müezza adlı bir kedisi olduğunu biliyor muydunuz? O Müezza ki, bir gün sedirde oturan Hz. Muhammedin giysisinin ucunda uyuya kalınca kedisini uyandırmaya kıyamayan Hz. Muhammed, giysisini keserek sedirden kalkmayı tercih etmiştir. O peygamber ki, kedisiyle aynı tastan su içen mübarek ve mütevazı bir insandır.
 
Bakın size çok çarpıcı bir örnek daha vereceğim.
 
1902 yılında Fransa’dan bir Türk düşmanı olarak yola çıkan ve yıllar sonra tepeden tırnağa Türk dostu olarak ülkesine dönen, uzun yıllar Türkiye’de yaşamış, Anadolu’yu karış karış gezmiş, Türk insanını çok yakından tanımış olan ve Türk Kurtuluş Savaşı’nı sonuna kadar destekleyen Fransız yazarı ve diplomatı Claude Farrere; “Türklerin Manevi Gücü” adlı eserinde “İstanbul’un Türk mahallelerinde ne ağlayan bir kedi sesi duyulur, ne de ağlayan bir çocuk vardır. Hatta ve hatta ürkek bir hayvan bile göremezsiniz. Türk kedileri insandan kaçmaz. Çünkü onlar hiçbir zaman hayvanlara kötü muamele etmezler. Gerçekten İstanbul’un kedileri çok bariz şekilde ikiye ayrılır, Türk kedileri ve Rum yahut Ermeni kedileri. Rum yahut Ermeni kedileri reaya mahallelerinde yaşarlar. Buralardaki doğu Hıristiyanları, Gregoryenler yahut Ortodokslar zayıf olan her şeye karşı alçakçasına zalim davranırlar. Bu mahallelerde yaşayan kediler, daha insan yüzü görür görmez selameti kaçmakta bulurlar” demektedir. (**)
 
Dikkatinizi çekerim, ben demiyorum, o zamanlar bizi gözlemleyen bir yabancı diyor bunları.
 
Bütün bu olaylar da göstermektedir ki, Türk’ün ve Müslümanın merhamet anlayışı, sadece insanları değil Allah’ın yarattığı bütün canlıları kucaklayan bir hidayet güneşi gibidir.
 
Peki, bize ne oldu?
 
Ne oldu da bizi dünyanın en ücra yerlerine kadar sırtında taşıyan, silah arkadaşımız ve can yoldaşımız ve kanatlarımız olan atları ölünceye kadar faytonların önünde koşturuyoruz? Ne oldu da ölesiye çalıştırırken önlerine yalnızca karınlarını doyuracak kadar yem ve saman koymuyoruz, neden yanan yüreklerini söndürecek kadar su vermiyoruz? Bu mudur vefa?
 
Ne oldu da sırf kürkleri için bozkurtlarımızın ve tilkilerimizin soylarını tüketir olduk?
 
Ne oldu da zirai ilaçlarla bütün kuşları börtüyü ve böceği zehirleyip yok eder olduk?
 
Ne oldu da sırtları yara bere içinde kalmış dahi olsa eşeklerimize ağır yükler yüklemeye ve onları sopalamaya devam eder olduk?
 
Ne oldu da birbirinden güzel ve sadece bizden sevgi bekleyen köpeklerimizi döverek ve işkence ederek canlarına kıyar olduk?
 
Türk’ün töresi mi değişti, İnsanın fıtratı mı değişti, Allah’ın kitabı mı değişti? İslamlığımızı mı kaybettik? Ümmet olmaktan mı çıktık? Gözlerimiz mi bağlandı, kalplerimiz mi mühürlendi?
 
Ne oldu bize? Ne oldu da kuyruklu meleklerimize düşmanlık eder olduk?
 
Kedilerimiz, kuyruklu meleklerimiz, hiç kimseye bir zararları yok. Kendilerini savunmak için sadece iki patilerinden başka hiçbir şeyleri yok, mecbur kalmadıkça pençelerini dahi çıkarmazlar. Bize ne oldu? Ne oldu da onları döver olduk, söver olduk, tekmeler olduk, kurşun sıkar olduk?
 
Biz kimiz ki Allah’ın verdiği canı biz alır olduk?
 
Yüce Allah Kerim kitabında: “O yeryüzünü canlıların altına serdi” (Dikkat edin sadece insanın değil, bütün canlıların); “Biz bolca su indirdik, sonra toprağı uygun şekilde yardık, oradan ekinler bitirdik, üzüm bağları sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, gür ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar… Sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için”; “Nice canlı var ki rızkını sırtında taşımıyor; onları da sizi de besleyip barındıran Allah’tır”; “Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi topluluklardır” demiyor mu?
 
“Merhamet etmeyene merhamet edilmeyecektir” diye uyarmıyor mu?
 
Sevgili Peygamberimiz: “Kim bir canlıyı/hayvanı, bir kuşu haksız yere öldürürse, kıyamet günü ondan şikâyetçi olacaktır”; “Kim haksız yere bir serçe kuşunu (dahi) öldürürse, kıyamet günü Allah onu sorguya çekecektir” buyurmuyor mu?
 
Bu güzel dünyayı birlikte paylaştığımız bu güzel hayvanlar Yüce Allah’ın sessiz kulları değil mi, şimdi susuyorlarsa yarın ahirette aleyhimize konuşmayacaklar mı?
 
Bırakın bir hayvanı, atalarımız yaş bir ağacın dahi kesilmesini bize men etmediler mi, “Yaş kesen baş keser” demediler mi?
 
Öyle ise biz merhametsizler ve biz zalimler biz neyiz? Biz kimiz?
 kedi 2
Şeytan nedir?
 
Azrail nedir?
 
Vefa nedir?
 
Yezit nedir?
 
Merhamet nedir?
 
Din nedir?
 
İman nedir?
 
İslam nedir?
 
İnsan nedir?
 
Kimdir insan?
 
Not: Burada fotoğraflarını gördüğünüz sessiz ve kuyruklu melek de bizim meleğimiz… Evimizin neşesi Pars’ımız.
 
- Hasip Sarıgöz -
 
 hasip sarigoz
 

 

 

 

 

 

 

(*) (Nevzat Köseoğlu, Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler, Ötüken Yay., Ist.1990,s. 265)
 
(**) (Claude Farrere, Türklerin Manevi Gücü, s.13, 102)

TSK’ya Son Kumpas: Yedek Astsubaylık!

$
0
0
TSK’ya Son Kumpas: Yedek Astsubaylık!

Unutmayın!

Türk milletini koruyup kollayan ve Türk Devletini savunan “milli bir ordu” geçmişte ve günümüzde olduğu gibi, gelecekte de şer güçlerin hedef tahtasında olmaya devam edecektir.

Günü gelecek fitne ve fesatla, günü gelecek ambargo ve yoklukla, günü gelecek komuta kademesinin ele geçirilmesiyle, günü gelecek devletimizi emanet ettiğimiz siyasi kadrolarla ve günü gelecek aynı 15 Temmuz misali içimize itina ile yerleştirilen hainlerle… Yani işin gerçeği; aklınıza ne gelirse, zamanın ruhu neyi gerektiriyorsa o şekilde veya zayıf karnımız neremiz ise oradan vurmaya devam edeceklerdir!

Türk milleti ve Türk ordusu var, Anadolu da Türk’e yar oldukça ne kumpaslar bitecek, ne ihanetler son bulacak ne de kumpaslarla mücadele… Bu yol zorlu bir yol ama, Mete Han’dan beri varlığını sürdürme başarısına sahip ve binlerce yılın kadim gelenekleri ile engin tecrübesine sahip Türk ordusu; dün olduğu gibi, bugün olduğu gibi önümüzdeki binlerce yılda dahi, kıyamete kadar varlığını sürdürmeye devam edecektir.

Bunda şüphe yok, yok ancak; eğer peygamber ocağı olan ordumuzu gözbebeğimiz gibi koruyup kollayamazsak, aldığımız yaralar giderek çoğalmaya ve her bir yaramız kabuk bağlayamadan kan sızdırmaya da devam edecektir.

Gelelim şimdi mevzumuza:

Bir ordunun içerisindeki kaynak çeşitliliğini ne kadar çok arttırırsanız, o kadar çok fay hattı inşa etmiş olursunuz. Zira Balkan Harbi’ni kaybettiren çok önemli sebeplerden biri de alaylı ve mektepli subayların/paşaların birbirlerine olan kini ve nefreti olmuştur!

“Tarihimizde; Alparslan, Yavuz, Yıldırım, Ahmet Muhtar Paşa, Gazi Osman Paşa, Kurt İsmail Paşa, Halil Kut Paşa, İnönü ve Mustafa Kemal gibi büyük ve kahraman komutanların yanı sıra birbirinin yardımına gelmeyen, rakibinin yenilmesine sevinen paşalar, yüz metre ötede filosundaki zırhlı batırılırken kılını kıpırdatmayan süvari kaptanlar, çatışma başlayınca sıvışan veya kalesini düşmana satan kumandanlar da vardır.”

Dedik ki, kaynak çeşitliliğini ne kadar arttırırsanız o kadar fay hattı yaratmış olursunuz. Eğer bu kaynak çeşitliliğini oluştururken adaleti ve liyakati göz ardı ederseniz depremi garantilemiş olursunuz.

Bir de kaynak çeşitliliğine yeni ilave ettiğiniz kaynağınıza; gerekli askerlik ruhunu vermez, vatan ve millet sevgisini aşılamaz ve gerekli teorik, pratik ve teknik bilgileri, melekeyi ve beceriyi vermeden sisteme sokarsanız, işte o zaman da depremin zamanını öne almış olursunuz.

 Burası tartışmasız bir gerçektir ki, astsubaylık mesleği; bilgi, beceri, tecrübe, sabır, metanet, sorumluluk, fedakârlık, dayanıklılık, adanmışlık ve tam bir uzmanlık mesleğidir.

Kaldı ki, astsubayların hedeflenen bilgi, beceri ve uzmanlığa ulaşmaları uzun yıllar alan bir süreçtir. Mesela kendimden bir örnek vereyim: 31 yılın üzerinde orduda görev yaptığım halde görevimle ilgili almam gereken kursları tamamlayamadan emekli olmuş bir personelim. En son gördüğüm kursun sertifikasını emekli olmadan sadece 8 ay önce almıştım. Planlanmış bir kursuma da hain darbe girişimi nedeniyle gidememiştim. Maalesef gerçekler böyle.

Önce okulda verilen eğitimlerle astsubayın eline bir anahtar verilir. Kıtaya çıkan astsubay, usta çırak usulü de diyebileceğimiz, ama çok daha komplike bir sistem içerisinde eğitilmeye devam eder. Eğitildikçe uzmanlaşmaya, uzmanlaştıkça önüne çıkan kapıları büyük bir ustalıkla tek tek açmaya, açtıkça da orduya çok daha fazla hizmet etmeye başlar. Kd.Üçvş.luğa kadar olan dönemi genellikle çıraklık, Kd.Üçvş.luktan sonraki dönemi olgunluk, Bçvş.luk dönemi verimlilik ve Kd.Bçvş.luk dönemi de tecrübe ve öğretmenlik dönemidir.

Siz şimdi “devrim yapıyoruz” ayaklarıyla, sıradan birini alacaksınız, temel askerlik eğitimi ve ihtisas eğitimi de dâhil bütün eğitimleri güya iki ayda vereceksiniz ve bu adamı Yedek Astsubay olarak kıtaya göndereceksiniz. Yani yalnızca iki ay sonra bu kişinin aynı diğer astsubaylar gibi savaşmasını ve bir birimi çekip çevirmesini ve dahi bir askeri kıtayı savaş şartları da dâhil olmak üzere idare etmesini bekleyeceksiniz. Ne diyelim, hayaller Paris ama gerçekler Çorum işte.

İki ayda yedek astsubay yaptığınız bu adam orduda ne kadar kalacak? Sadece 10 ay… Sonra? Gelsin teskere ve sivil hayat, yani başka başka beklentiler ve başka başka dertler ufukta onu bekliyor olacak.

Adam askerliğini bitirmeye gelmiş, sayılı günün geçmesine bakacak, geçen her günü kâr sayacak, aklı ve yönü orduya dönük değil onu bekleyen sivil yaşama dönük olacak. İnsan psikolojisini dikkate aldığımızda en azından çoğunun bakış açısı ve fikri bu yönde olacak. Öyle ise verdiğiniz görevlere geçmiş olsun!

Yani bundan böyle cebinde veya bilgisayarında şafak tablosu bulunduran ve şafak sayan astsubaylara rastlamak sıradan bir hal olacaktır.

o simdi asb 2 

İyi de iş bununla bitiyor mu? Hayır!

Diğer yandan da, aynı yedek subaylık örneğinde olduğu gibi, sisteme yeni giren şahıs “ben de aynı diğerleri gibi astsubayım, benim de aynı şekilde hak ve yetkilerim var. Öyleyse o zaman bir ağırlığım da olsun” diyecektir. Diyecektir ama gelin görün ki bu mesleğe benliğini, bu ocağa da ruhunu veremeyecektir. Alın size prematüre bir doğum!

Bu prematüre doğum, aslında neyi doğurur biliyor musunuz?

Fitneyi!

Fitne ne yapar?

1.         Emir komuta düzenini bozar!

2.         Disiplini bozar!

3.         Görevlerin yapılmasını engeller!

4.         Ast-üst arasındaki güveni yok eder!

5.         Hepsinden de önemlisi, zaferin mayası olan silah arkadaşlığını yok eder!

Bütün bunların bir araya gelmesi ne demektir?

Bunu en iyi eski askerler bilir: HEZİMET demektir!

E hani biz bu orduya hizmet edecektik?

Toparlayacak olursak, yedek astsubaylık statüsü Türk ordusuna iki ana yönden büyük zararlar verebilecek bir potansiyele sahiptir. Birincisi, insani yönden silah arkadaşlığının yok edilmesiyle ortaya çıkacak insani (yönetsel) çöküş! İkincisi ise teknik çöküştür!

Etraflıca düşünülmeden alınmış bir karar ise gaflet ve dalalet, düşünüldüğü ve riskleri bilindiği halde alınmış bir karar ise ihanettir!

Son 10 yıldır Türk ordusuna sistemli olarak yapılan saldırılar ve ordumuzu hepten çökertmeyi amaçlayan kumpaslar, belli bir sistematik içerisinde analiz edildiğinde anlaşılmaktadır ki; ordumuza kurulan kumpaslara halen daha devam edilmektedir! Ve ne yazık ki, atılan adımların ve yapılan bütün hamlelerin hepsinin bilinçli olduğu gün gibi aşikârdır.

Nasıl mı?

Kafanızı bulandırmadan kısaca anlatalım:

Ergenekon ve Balyoz kumpasları ile hırpalanan,15 Temmuz rezaleti fırsat bilinerek meydan dayağı atılan Türk Ordusu'nu bir türlü dizlerinin üzerine çökertemeyenler, HAMLELERİNE DEVAM EDİYORLAR!

Türk Ordusu'na kurulan SON KUMPAS YEDEK ASTSUBAYLIĞIN GETİRİLMESİDİR.

Dışarıdan düşüremedikleri kaleyi içeriden düşürmeyi deneyecekler!

Demedi demeyin.

- Hasip Sarıgöz –

hasip sarigoz

HAMAMSAL ÇÖZÜMLER

$
0
0
HAMAMSAL ÇÖZÜMLER
Aşağıda okuyacağınız yazı “ALINTI” dır. Nereden alınmış, kimden alınmış belli değil. İnternet ortamına damdan düşer gibi pat diye düşmüş. Alıntı olduğu için üzerine ALINANLAR olursa, biz alınmayız. Kendi alınmalarıdır.
 
Efendim bu ALINTI yazı, NESLİ TÜKENEN KARA KARGA KUŞLARININ EVCİLLEŞTİRİLMESİ DERNEĞİ’nin Genel Başkanı’nın sorunsala hamamsal çözüm bulmak amacıyla kendisini ateşe atar gibi göbek taşına atıp, zalim tellak elinde helak olmak üzere iken, keseci-köpükçüye sığınıp, kirlerinden arındığını ümit etmesinin trajikomik hikâyesidir.
  
karga dernekHamam denildiyse öyle tarihi hamamlardan değil, termal, hem sıcak, hem romatizma, hem siyatik, hem de bel bacak ağrılarına çok iyi gelecek bir hamamdır. Hamam, geleneğimizde var, kültürümüzde var. Atasözlerimiz var bu konuda; “Hamama giren terler”. Ayrıca “Hamamcı olmak” diye bir deyimimiz var ama konu ile alakası yok. O daha çok yeni yetmelerle ilgili.
 
Türkülerimiz var “ Şamama da gelin hanım şamama, her gün gider sinemaya hamama” muhtemelen kıskanç bir kaynana yazmış, sana ne, gelin sinemaya hamama gidiyorsa, sana ne?

Bir de Ömer Hayyam’ın sözü var:

Felek ne cömert aşağılık insanlara; han, hamam, dolap değirmen hep onlara!
Kendini satmayan adama ekmek yok,  gel de yuhhhh çekme böylesi dünyaya!

“Şu hamamın tadını çıkarmak varken, gene aklımda muhalifler, özellikle bizim partiden olmayanlar, bunları cımbızla, kerpetenle, İngiliz anahtarı ile, yok o olmaz, ıspatula ile kazıyıp kurtulmak lazım ama bitmiyorlar ki, her bir yandan ….” diye hamamın tavanına bakıp düşünürken yardımcım dibimde bitti, sırıtık sırıtık;

“-Başkanım muhalifler bu hamam işini de dillerine dolayacaklar” demez mi?

Tepemden aşağı sanki hamamın en kızgın suları döküldü, bu adamdan şüpheleniyorum, bu adamın kesin benim yerimde gözü var, şimdi hakkımda malzeme topluyor, bir dahaki seçimde kesin aday olacak, en kısa zamanda bundan kurtulmalıyım!

“-Yahu” dedim “neyi dillerine dolamadılar ki bunu dolamasınlar dillerine, boş ver, geldik şuraya tadını çıkar, boş ver muhalifi falan içimizdeki yılanlardan kork yılanlardan”

Lafı da geçirdim, anlayana… Anladı anlamasına da, bu diğerlerini de kışkırtmasın, seçilmek için onca uğraştık, para döktük, tadını çıkarmadan başımıza bir çorap örmeseler bari! Neyse gönlünü alayım. Elimi omzuna koyup gözlerinin içine bakarak;

“-Neyse ki yanımda senin gibi sağlam arkadaşlar var” dedim.

Bozulan suratında sinsi bir gülümseme;

“- Elbette Başkanım, mezara kadar” dedi. 

Akşam tesisin kafeteryasında uzak bir köşeye çekildik arkadaşlarla. Uzun uzun onlara seçim sürecinde yaşadıklarımızı anlattım. Aslında öyle sıkı bir hatip değilim, ama önceden prova yapmış iyice hazırlanmıştım. Başları ile tasdiklediler gibi ama güven olmaz, fırsat kollarlar bunlar.

Bize muhalefet eden gurup ve kişilere karşı neler yapmamız gerektiği konusunda görüşlerini sordum. Önce huzurlu bir çalışma ortamı oluşturmalıyız ki esas işimize yani Karakargalara odaklanalım dedim.  Kargalar zerre kadar umurumda değildi, yani şu koltuğa oturduk, tadını çıkarmayalım mı? 

Disiplinden sorumlu Genel Başkan Yardımcım kıpırdandı ama, Yüksek Denetleme Kurulu Başkanım her zaman olduğu gibi fırsat vermedi.

“-Başkanım, öncelikle buyurduğunuz gibi huzurlu bir çalışma ortamı oluşturmamız lazım. Maddi destek aldığımız Bakanlık derneğimiz üzerinden bakanlığımıza ve hükümetimize eleştiri yöneltilmesine sıcak bakmıyor. Derneğimize yardımların kesilmesinden endişe ediyorum. Bu dernek nihayet sizin gibi tecrübeli, siyasetten anlayan, sorunlara akılcı çözümler üreten çok değerli başkanımızla mutlaka sonuca ulaşacaktır ama mutlaka muhalif seslerin kesilmesi lazım. Elbette siz daha iyisini bilirsiniz ama, ben disiplin kurallarından taviz vermeyelim, hatta bunları terör yasası ile ilişkilendirmenin bir yolunu bulalım derim”

Bu adama bayılıyorum, biliyorum yalakalık ruhunda var, bu gün gitsem aynı yalakalığı yerime gelene yapar ama insanım, hoşuma gidiyor, ruhumu okşuyor. Yalnız bu şom ağızlı yardımlar kesilir falan diyor ciddi olabilir mi? Bu yardım konusu üzerinde durmak lazım.

Kurumlarla İlişkilerden Sorumlu Yardımcım söz istedi.

“- Başkanım, biliyorsunuz kurumlarla ben muhatap oluyorum, geçenlerde bakanlıktan Derneğimize ziyaret gelen bir üst düzey yetkili etrafa çok dikkatli baktı. Özellikle sizin odanızı inceledi, inceden inceye sorular sordu”

Sevmiyorum bu adamı, lafın nereye geleceğini biliyorum, güya kargalar için aldığımız yardım ve üye aidatlarından yaptığımız ufak tefek harcamalarla ilgili subliminal mesaj gönderiyor.

Telefon çaldı, hanım arıyordu, ilk defa tam zamanında arıyordu, acıkmış, sıkılmıştım.

“-Hanımlar acıkmış” dedim.

Toplantılar bu ahvalde devam etti, sonuç raporumuz üç maddeden ibaretti:

1.         Bir dahaki toplantımızın daha konforlu bir otelde yapılmasına,

2.         Öncelikle huzurlu bir çalışma ortamı için  ve bakanlığı tedirgin edecek muhalif eylem ve söylemlerin şiddetle üzerine gidilmesine,

3.         Karakargalarla ilgili çalışmaların ikinci maddede belirtilen hususların hayata geçirilmesinden sonraya bırakılmasına ve sonuç raporunun kamuoyuna açıklanmamasına oy birliği ile karar verilmiştir.

 

- Kara Karga -

kara karga profil

Kaderini Tayin…

$
0
0
Kaderini Tayin…
Yıl 1914 idi.
Sovyet Rusya’nın lideri Lenin tarafından bir makale yayınlandı.
Makalenin adı: “Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” idi.
Derken, 1917 Bolşevik Devrimi’nin hemen ardından Lenin ve Stalin’in imzasını taşıyan ünlü bir çağrı yayınlandı.
Çağrı: “Rusya Müslümanları, Volga ve Kırım Tatarları, Sibirya ve Türkistan Kırgızları ve Sartları, Kafkas Ötesi’nin Türk ve Tatarları, Çeçenler ve Kafkas dağlıları, sizler!.. Camileri ve ibadethaneleri yıktırılmış, inanışları ve gelenekleri Çarlar ve Rusya’nın baskıcıları tarafından ayaklar altına alınmış olan sizler!.. Farisiler, Türkler, Araplar, Hintliler!…” diye devam ediyordu.
Yıllardır baskı ve zulüm altında inin inim inleyen halklarda bir umut yeşerir gibi oldu. Ama ne yazar?
Lenin’in makalesi de Lenin ve Stalin imzalı çağrı da sadece kâğıt üzerinde ve satırlarda kaldı.
Tarih; Asya Türkleri başta olmak üzere güçlü devletler karşısında askeri, teknolojik ve nüfus yönünden zayıf milletler için hep işgali, esareti, sömürüyü ve zulmü yazdı.
Çünkü “Self Determinasyon Hakkı” da denilen bu hak; emperyalistler tarafından sadece kendi çıkarları için bölüp parçalamak istedikleri bölgelerde hatırlandı. İşte bugün Irak’ta ve Suriye’de hatırlandığı gibi…
Hem halkların kendi kaderini tayin hakkından bahseden, hem de milyonlarca Müslüman Türk’e esareti, sürgünleri ve zulmü reva gören Rusya’dan sonra sazı 1918 yılında Amerika eline aldı.
Hani nerede değerli madenler, nerede petrol ve nerede doğalgaz varsa, dünyanın her yerine ölüm, zulüm ve kanla demokrasi götüren, hani dünyanın en büyük soykırımlarından bir olan Kızılderili soykırımına imza atan şu bizim Amerika!
Birinci Dünya Savaşı biterken, ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson tarafından; 8 Ocak 1918 tarihinde, adını mutlaka duyduğunuz meşhur Wilson Prensipleri açıklandı.
Bu prensipler Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdirecek olan barış görüşmelerine temel olacak 14 maddeden oluşmaktaydı.
12’nci madde Osmanlı toprakları ile ilgiliydi ve şöyle deniliyordu: “Bugünkü Osmanlı Devleti’ndeki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Osmanlı yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır”!!!
Ne kadar güzel değil mi? Türklere ölmeyecekleri kadar bir toprak bırakalım ve gerisini kafamıza ve çıkarlarımıza göre dağıtalım.
Anlaşılan oydu ki, “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” denilen sözde evrensel ama özde emperyalizmin anahtarı olarak kullanılan bu hak; uyanık ABD Başkanı Thomas Wilson tarafından, özellikle Osmanlı topraklarında yeni devletler kurmak için ortaya atılmıştı.
Çünkü meşhur Wilson Prensipleri ile Doğu’da bir Ermeni devleti, Kuzeyde bir Rum Pontus Devleti, Güneydoğu’da da bir Kürt devleti yaratıp kendi sömürgeleri haline getirmeye çalışırlarken; o zamanlar halkının neredeyse tamamı (en azından ezici çoğunluğu) Türk olan Batı Trakya, Bulgaristan, Kıbrıs, Musul-Kerkük ve Azerbaycan (Türkleri) için kendi kaderini tayin hakkından hiç de bahseden yoktu!
Hatta ve hatta, Lozan görüşmeleri anlaşma sağlanamayıp kesintiye uğradığı süreçte İngilizler tarafından yapılan ağır bir bombardımanla Musul’da Türkiye yanlısı halk bırakılmadıktan sonra Musul’da ısrarla plebisiti (kendi kaderini tayin maksadıyla yapılan halk oylaması, referandum) savunan emperyalist batı, her nedense aynı dönemde Batı Trakya’da plebisit yapılmasının teklif edilmesine dahi büyük tepki göstermiştir.
Maalesef ki Türk milletini bölüp parçalamak isteyen emperyalistlerin 1800’lerden itibaren her fırsatta kullanageldikleri kart Kürt kartı oldu. Daha doğrusu Kürtler, sık sık kan ve gözyaşı ile sulanan bu topraklarda, emperyalistlerin bir maşası olarak kullanıldılar veya kullanılmak istendiler. Yani aynı günümüzdeki gibi…
Fakat Türk milleti için adeta ateşle bir imtihan olan o çetin günlerde emperyalistlerin karşısına hiç de tahmin edemedikleri bir faktör çıktı. O faktörün adı Mustafa Kemal idi.
Ulu önderimiz Atatürk; taa Orta Asya’dan beri Anadolu’da ve dünyanın her yerinde kader birliği yaptığımız “Kürtleri bağrımıza katarak” Türk Milleti’nin kendi kaderini tayin hakkını bir bütün olarak kullanacağını bütün dünyaya ilan etti ve Dumlupınar’da diğer tuzaklarla birlikte Wilson tuzağını da paramparça etti.
Aradan yıllar geçti ve devran döndü.
Takvimler 04 Haziran 2003’ü gösterirken AKP Hükümeti’nin oylarıyla TBMM’de Türk milletine zararlı bir yasa kabul edildi. Adı kamuoyunda bilinen adıyla “İkiz Yasalar” idi.
İşte bu “İkiz Yasalar” denilen yasa ile Türkiye; 1984 yılından bu yana Güneydoğusunda bir ölüm kalım mücadelesi vermekte olduğu halde, artık kendi içindeki farklı halkların, her türden etnik toplulukların, mezheplerin, farklı toplumsal kökenlerin, tarikatların, cemaatlerin ve yerel grupların kendi statülerini özgürce tayin etme haklarını kabul etmiş oluyordu.
Bu yasanın ilerde başımıza örebileceği çorapları gören aydın vatanseverler ve milliyetçiler itirazlarını dile getirip bu yasaların iptalini her platformda talep ettiler ama nafile, hükümetin kulak astığı dahi görülmedi.
Şahsen ben de 2012 yılında yayınlanan “Türk’ün Karakterinin Deşifresi” adlı eserimin 404’üncü sayfasında “İkiz yasalar adıyla bilinen yasalar derhal kaldırılmalıdır” diyerek bu yasanın zararları konusunda kamuoyunu uyarmış ve karşı çıkmıştım. Yine söylüyorum ki, yarından tezi yok bu yasalar kaldırılmalıdır.
Çünkü bugün için Kuzey Irak’ta Yahudi Barzani eşkıyası eliyle uygulanmak istenen bağımsızlık referandumu gücünü, işte bu Wilson İlkeleri’nden ve AKP Hükümeti’nin yasalaştırdığı İkiz Yasalardan almaktadır.
Aslında Self Determinasyon hakkı, Birleşmiş Milletler Anlaşması Dostane İlişkiler Bildirisi’nin 7’nci maddesine göre “ayrımcılıktan uzak, her grubun temsil edildiği, sömürge ve baskı düzeni bulunmayan devletlerde ve toplumlarda kullanılamaz”. Yine anlaşmanın 2. Maddesine göre bir devletin sınırları kendi isteği dışında değiştirilemez.
Irak’taki Bölgesel Yönetim bırakın baskı altında olmayı, Irak Merkezi Yönetimi’ne baskı yapar ve tehdit eder vaziyettedir. Suriye’deki Kürtler için de durum çok farklı değildir. Bugün için PYD/PKK kepi altında emperyalist ABD ile birlikte hareket eden bölücü Kürtler Suriye topraklarına saldırmaya devam etmektedirler.
Gelelim Türkiye’ye, kanunlar önünde ve kanunların uygulanması yönünden tamamen eşit şartlar içerisinde bulunan ve hatta açılım politikasıyla uzun süre pozitif ayrımcılığın nimetlerine de kavuşmuş olan PKK kepi altındaki bölücü Kürtler hala haksız isyanlarını sürdürmekte ve neredeyse her gün kanlı eylemlerde bulunmaktadırlar.
Yine bunların da isteği yine Self Determinasyon da diyebileceğimiz bölünme ve bağımsızlıktır.
Lakin bütün bölücü Kürtlerin bilmesi ve şapkalarını önlerine koyarak düşünmeleri gereken onlar açısından acı olan bir gerçek vardır.
O gerçek şudur ki;
Güvendikleri dağlara karlar yağacaktır ve gerçekten bağımsız bir Kürt devleti hiçbir zaman kurulmayacaktır.
Türkiye’nin güneyinde bağımsız bir Kürdistan demek, bölünmüş bir Türkiye demektir. Bu nedenle Türkiye; er ya da geç, bu durumun gereğini ne pahasına olursa olsun yapacaktır.
Kürdistan adıyla bile olsa kurulması planlanan kukla devlet, emin olun ki jet hızıyla Büyük İsrail’e tahvil edilecektir. Tahvil edilmeyen yerler kalsa dahi buralar da ABD ve İngiltere’nin kuklası ve sömürgesi olmaktan hiçbir zaman kurtulamayacaktır.
Ve yine Kürtler bilmelidirler ki, onlar emperyalist devletlerin kendi hedeflerine ulaşabilmek için kullandıkları sadece birer araçtırlar, yangını bol ve korlu bölgelerde ellerinde tuttukları birer maşadan ibarettirler.
Eğer Kürtler yüzlerce, hatta binlerce yıldır beraber yaşadıkları, etle tırnak misali akraba oldukları dost halklara sırtlarını dönüp ihanet ederek emperyalist batının kanlı değirmenine su taşımaya devam ederlerse o değirmende ilk öğütülecek olan yine onların hayalleri, bedenleri, evlatları ve gelecekleri olacaktır.
Seçim her hâlükârda halkların kendi seçimi olacak, sonuç ise bu seçimlerin sonucu olacaktır.
Peygamber Efendimizin dediği gibi “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz” ve Yüce Allah’ın da buyurduğu gibi “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”
Yani bölücü Kürtler ihanete ve bölücülüğe dayanan durumlarını değiştirmedikçe emperyalistlerin maşası olmaya, kullanılmaya, ezilmeye, horlanmaya ve yok olmaya devam edeceklerdir.
Ne diyelim?
Kaderini doğru tayin etmeyen, eğri sonuçlarına katlanır!
- Hasip Sarıgöz -

“Ben Devletin Piçi miyim?”

$
0
0
“Ben Devletin Piçi miyim?”
Kocaeli Koz Gazetesi köşe yazarı Yeliz Koray bugünkü köşesinde bir astsubayın anlattıklarına yer verdi. İsmini vermediği o astsubayın yaşadıklarını aynen aktarıyoruz.
* * *
“1990 yılında birçok sınav aşamasından geçerek ve Taksim Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nden sağlık raporu alarak TSK’ya girdim. 
 
Tuzla Piyade Okulu’nda okurken üç ayda bir sağlık kontrolünden geçtim. 
 
Mezun olunca Urfa hudutta astsubay çavuş olarak göreve başladım. 
 
Hudut Karakol Komutanı olarak iki yıl görev yaptım. 7/24 çalıştım, hafta sonum hiç olmadı. 
 
Günde 4 saatten fazla uyumadım. Bu iki yılda istihbarat, silah, bomba imha, komando gibi çok sayıda eğitim aldım. 
 
Geçici görevlerle Sivas, Erzincan ve Tunceli arasında çok sayıda operasyona katıldım. 
 
Süleyman Şah Türbesi Karakol Komutanlığı yaptım. 
 
Daha sonra tayinim Amasya Merzifon’a çıktı. Eşimi ve çocuklarımı alarak gittim. 
Kırk gün sonra yine geçici görev verdiler. 
 
Merzifon’da neredeyse hiç kalmadım; 3-5 ay aralıklarla Irak, Güneydoğu, Diyarbakır ve Sivas’a gittim, operasyonlara katıldım. 
 
Her operasyona gitmeden ve operasyon dönüşünde sağlık raporu aldım. 
 
1993-1996 yıllarıydı…
 
FETÖ denilen yapının iç yüzünü o zaman gördüm. 
 
Şuanda birçoğu FETÖ’den tutuklu komutanların çocukları-damatları bizim gıda ve kıyafet ihalelerimizi alıyordu. 
 
Botların altı on gün sonra düşüyordu. Dağda operasyonda olduğumuz için çul çaput ne bulursak tabanını ayağımıza bağlıyorduk. 
 
Sular pis, konserveler kurtluydu. Hepimiz bitlenmiştik
 
Sırtımızda 30 kg teçhizatla günde en az 20 km yürürdük. 
 
Ekmekler simsiyah geldiği için aç kalırdık, deredeki yosunları ekmek niyetine yediğimizi hatırlıyorum. 
 
PKK’nin bir karakolu basacağı haberini alır operasyona giderken komutan tarafından geri çevrilirdik. 
 
Birkaç saat geçmeden ‘karakol baskını’ ve şehit haberleri alırdık. 
 
PKK ve FETÖ ilişkisi apaçık ortadaydı. 
 
Hem yaşam koşullarına hem de PKK’ya göz yumulmasına isyan edenler çeşitli bahanelerle ihraç edilirdi. 
 
Sivas’ta operasyon sırasında PKK’nın döşediği bombalardan biri patladı. Kayalıklardan aşağı yuvarlandım. Hem belim tutmuyor hem de geçici körlük ve sağırlık yaşıyordum. 
 
Belim ağır sakatlanmış, ayağımda yüzde 40 his kaybı vardı. Sadece bu bile emekli olmama yetiyordu. Yalvardım, bir iki saatten fazla ayakta duramıyorum fıtık oldum rapor verin dedim ama sağlıklısın dediler
 
Bir süre hastaneden yattım. Aynı odada kalan bir asker arkadaşım her gece bağırarak uyanıyordu. 
 
Şehitler boğazıma sarılıyor uyuyamıyorum” diyordu ki birkaç ay sonra intihar haberini aldık. 
 
Devletimizin aslında biz askerler için en iyi imkanları sunduğunu ancak FETÖ’nün sırf bizi güçsüz durumda bırakmak için FETÖ’cü komutanlar aracılığıyla devleti kandırdığını anlamıştım. 
 
Bunların PKK’yla bile ortak olduklarını ortaya çıkarmak için kolları sıvadım. 
 
Ancak o kadar güçlülerdi ve o kadar çok muhbirleri vardı ki alay komutanına mektup yazdım diye askeri mahkemede yargılandım, cezaevinde yattım. 
 
Bana destek olan komutanlarım bir bir ihraç edildi ya da tayinle sürüldü. 
 
Beni de Balıkesir’e gönderdiler. Komandoydum ama ‘seferberlik şube müdürlüğünde’ görevlendirdiler. 
 
Amaçlarının sicilimi bozup beni ihraç etmek olduğunu sonradan anladım. 
 
Satın alma bölümündeki tutanakları incelediğimde yüzlerce yolsuzluk olduğunu gördüm. Bunların birinde bile imzamın olması başımı yakacaktı. İmzalamadım, komutana evraklardaki yolsuzlukları söyledim. Ege Ordu Komutanlığına yazı yazdım. 
 
Bu kez Isparta Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargıladılar. 
 
Yargılamam devam ederken üç ayda bir yapılan sağlık kontrolü için askeri hastaneye gittim. 
 
Bana , “Sen renk körüsün malulen emekli olacaksın” dediler. 
 
40 gün içinde de askeri lojmanı boşaltmamı istediler. 
 
‘8 yıl devletim için çalıştım, sakatlandım. Binlerce şehit vermişiz ben malul olmuşum çok mu?’ dedim. Zaten belimden dolayı çoktan malul olmam gerekiyordu. 
 
Devletimizin kararına saygı duydum. 
 
Askeri lojmanı boşaltıp, ailemin geçimini sağlamak için elimde avucumda ne varsa koyup ufak bir kafe açtım. 
 
Malullük maaşıyla beraber çocuklarımı okuturum diye düşündüm. 
 
6 ay geçti bana maaş bağlanmadı. Gittim sordum.
 
Sen adi malulsün” dediler. Yani görev dışı sakatlanmışım. 
 
Renk körlüğü doğuştan olur, seni TSK’dan emekli edemeyiz” dediler.
 
‘Madem renk körüyüm beni neden TSK’ya aldınız, 8 yılda en az otuz kez sağlık kuruluna girdim hepsinde de sağlıklı raporu verdiniz’ dedim; dinlemediler
 
Operasyonda belimden yüzde 40 sakatlandığımı söyledim. ‘Bari o raporla emekli edin’ dedim. Ancak sanki o hastanede hiç yatmamışım gibi raporlarım yok edildi
 
Ben de yurt içi ve yurtdışında renk körlüğüyle ilgili ne kadar bilgi varsa araştırdım. Renk körlüğünün benim gibi ağır gaz ve sıcaklık altında yani bomba-mayın patlamasıyla da sonradan oluşacağını öğrendim. 
 
Tüm bilgileri yetkili mercilere sundum. 
 
Bu sefer bana “Senin emekli olman için 10 yıl şartı var. Sen 8 sene çalışmışsın” dediler. 
 
O zamandan başlayarak bu zamana kadar Süleyman Demirel’den tutun da Ahmet Necdet Sezer, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan hatta Emine Erdoğan’a bile sürekli yazı yazdım ama beni dinlemediler
 
Çoluğu çocuğu toplayıp memlekete döndüm. Bulaşıkçılık, garsonluk, amelelik yaptım. Ama ayakta fazla kalamadığım için her seferinde işten çıkartıldım. 
 
Bayram geldi, okullar açıldı çocuklarımın yüzüne bakamadım
 
Ev sahibi kapıya dayandı, buzdolabı boşaldı, eşimin yüzüne bakamadım
 
Eşim çocukları da alarak memleketine döndü; haklıydı
 
2012 yılında bir kanunla irticai faaliyetleri nedeniyle ordudan ihraç edilen 6 bin kişiye itibarlarını iade ettiler. 1 yıl çalışıp ihraç edilene bile hem aradaki yıl farkının faizli maaşını verdiler hem de 20 yıl çalışmış gibi emekli ettiler. 
 
Meclise gittim, milletvekillerine anlattım, bakanlara yalvardım; beni dinlemediler…
 
8 sene hep dağdaydım; komandoydum. 
 
Aç kaldım, bitlendim, arkadaşlarım kollarımda şehit oldu, sakatlandım. Devletime hiç ihanet etmedim ama edenleri orduya alıp beni dışladılar.
 
53 yaşındayım, hala günü birlik işler yapıyorum. 
 
Yüzüme bakmayan 3 çocuğum var. 
 
Hele biri “Sen bana babalık mı yaptın?” dedi ya kurşun yeseydim böyle acımazdı canım. 
 
Benden şerefimi aldılar, ailemi aldılar, geleceğimi aldılar, babalığımı aldılar.
 
Devletimin bana verdiği sadece bir yeşil kart ama Suriyelilerden sıra gelirse muayene oluyorum. 
 
Onlara maaş, onlara vergisiz iş yeri, onlara sınavsız üniversite onlara iş…
 
İki defa intihar ettim, onu da başaramadım. 
 
Ben şimdi adaletsizliği Rabbime havale ederek ölmeyi bekliyorum. 
 
Ve yatıp kalkıp hep aynı şeyi soruyorum kendime;
 
Ben cevap bulamadım Yeliz Hanım. 
 
Sen beni dinledin madem sen cevap ver; 
 
Ben bu devletin piçi miyim?
 
***
FETÖ hala güçlü, hala ordudalar. Bana olan oldu ama üniversite okuyan çocuklarıma zarar gelmesin” dedi, ismi bende saklı olmak üzere anlattı. 
 
Kilometrelerce yol gelmiş, derdini anlatmış birinin sorusuna verecek cevap bulamadım, beraber ağladık. 
 
Sadece itibarımı istiyorum. Devlette güveneceğin biri varsa telefonumu ver” dedi gitti.
Ona da verecek cevap bulamadım. 
 
Bu FETÖ mağduruna cevap verecek biri var mı aramızda?

 * * *

yeliz

 

 

 

 

 

 

Yeliz Koray - Kocaeli Koz Gazetesi

Kaynak:

http://www.kocaelikoz.com/yazar/yeliz-koray/ben-devletin-pici-miyim/520.html

 

Sosyal Medyada Linç - Sadık Usta

$
0
0
Sosyal Medyada Linç - Sadık Usta

Sosyal medyanın öne çıkmasıyla birlikte artık fiilen yapılamayan linç girişimleri sosyal medya üzerinden yürütülmektedir. En tehlikeli linç alanlarından biri de kuşkusuz bu alandır. Odatv yazarı Sadık Usta linç kültürünü ve sosyal medyada sıkça rastladığımız linç eylemlerini ve altındaki gerçekleri kaleme aldı. Sosyal medyada linç edilmeyi bir de böyle okuyun

* * *

Küçük bir İngiliz kasabası.
 
Evinde sakladığı bir “katili” linççilere teslim etmeye yanaşmayan matematik öğretmeni David Summer, karısı Amy’e şunları söyler:
 
- Şu dışardaki silahlı adamları çok iyi anlıyorum, söz konusu olan benim çocuğum olsaydı aynısını yapardım... Ama yaptıkları yasalara aykırı. Onun (katilin) da yaşamaya hakkı var.
 
- Sadece Niels (katil)’i istiyorlar, ver onu!
 
-Ama onu öldürmek istiyorlar.
 
-Beni ilgilendirmez.
 
-Bu senin için önemli değil mi?
 
-Hayır, hiçbir önemi yok.
 
     ...
 
-Hayır, bunu yapamam. Onu teslim edemem, çünkü bu ev benim evim. Çünkü ben, bu evim. Bu evde ona şiddet uygulanmasına izin veremem...
 straw dogs afis
Straw Dogs, bir linç durumu üzerine inşa edilmiş bir kült filmdir. Film herkesi, insanoğlunu sınava tabi tutar. Toplumların nasıl kolaylıkla linç kültürüne kapılabildiklerini çok iyi anlatan bir filmdir Straw Dogs.
 
Büyük kentlerin şiddetinden kaçarak İngiliz eşinin kasabasına yerleşen Amerikalı matematik öğretmeni David Summer, burada huzur bulacağını ummaktadır. Ancak kısa bir süre sonra çok yanıldığını anlayacaktır.
 
Silahlı adamlardan oluşan bir grup adam, genç bir kızı öldüren kasabanın delisini sığındığı evden alabilmek için bir öğretmen olan David’in kapısına dayanır ve David ile linççiler arasında bir ölüm kalım savaşı başlar. Tabii ki bu sadece ölüm kalım savaşı değildir; ilkelerin, ahlaki normların, bilinçlerin, sorumlulukların ve vicdanların da savaşıdır.
 
Filmin sonu bellidir.
 
David, sadece suçluyu canı pahasına korumaz, aynı zamanda izleyiciye yaşamın en kritik anında yapılması gerekeni de hatırlatır.
 
John Steinberg’in Fareler ve İnsanlar romanını okumayanımız yoktur. Bir çiftlikte gündelikçi olarak çalışan George, yanından ayırmadığı zeka özürlü arkadaşı Lenni’yi linççilere teslim etmemek için kendisi öldürür.
 
Lenni, çiftliğin güzel hanımını istemeden öldürür. Kadının ölümünün duyulmasıyla birlikte silahlı ve köpekli adamların katıldığı bir sürek avı başlar. Sorumluluk bilincinin yarı sıra muhteşem bir vicdana sahip olan George ise ilkelerine bağlı olan dürüst bir emekçidir.
 
Bu saydığımız linç olayları kişiselleştirilmiş linçin kültürel boyutunu, yani insan olmaktan kaynaklanan boyutunu gözler önüne serer.
 5 6 eylul
Bir de siyasi, dini ve etnik nedeni olan linç olayları vardır. Kuşkusuz ülkemizdeki en ünlü linç olayı, Rum kökenli yurttaşlara karşı düzenlenmiş 5-6 Eylül olaylarıdır. Devlet kurumlarının, kalem erbabının da içinde olduğu bu olayda iki gün içinde 20’ye yakın yurttaşımız öldürülmüş, 50’nin üzerinde kadına tecavüz edilmiş, yüzlerce iş yeri ve ev yakılmıştır. Benzeri bir olay 1978 yılında bu kez de Maraş’ta, ama birkaç kat daha ağır bir şekilde, yaşanır. Bu linç olaylarıyla birlikte toplumun ilkeleri ve ahlaki dokusu çürütülür ki birazdan ona geleceğiz.
 
Neden Linç? Linç olayına neden değiniyoruz?
 linc 1
Sanki dünyanın çivisi çıkmış gibi… Gün geçmiyor ki gazeteler Latin Amerika’da, Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da ve ülkemizde yaşanan bir linç olayından bahsetmesin.
Vahim bir durumdur bu ve kültürel bir eğilim olarak toplumun bütün katmanlarına günden güne yayılmaktadır.
 
LİNÇİN KÜLTÜREL ZEMİNİ VE AMACI
 
Linç olayı, bir toplumsal cinnet halidir. Kökeninde ideolojik, siyasi, kültürel nedenler ve amaçlar yatar.
 
Çoğunlukla ölümle biten linç olaylarında, cinnet halindeki insanlar, yasaları kendi hesaplarına göre uygulamak isterler.
 
Linç kavramını sözlükler şöyle tanımlar: Linç, “Halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş, sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesi” olayıdır.
 
Linç kültürü bulaşıcı bir hastalıktır.
 
Pençesine yakasını kaptıranlar ondan kolay kolay kurtulamaz.
 
Linç, insanların “kendilerinden olmayanlara uyguladıkları, sadece cezalandırmak amacıyla değil, aynı zamanda emsal oluşturmak için de başvurdukları bir eylemdir.”
 
Linç olaylarını tetikleyen olayların, olguların, vakaların toplumsal ve şahsi altyapısı vardır. Bazen işin içine tamamen kurguya veya provokasyona dayanan bir gerekçe de katılır. Böylece linççiler açısından bir “haklılık” zemini oluşturulur. 

Hiçbir linççi, linççi olduğunu kabul etmez. Hatta linççiler, diğer linç olaylarını kabul edilemez bulurlar, ama ısrarla kendi eylemlerinin haklı olduğunu iddia ederler. 

 Fakat hepsi aynı kumaştan dokunur ve aynı kültürel-insani zaaftan beslenir.
 
Ülkede adalet sisteminin bozulması veya iktidarın bilinçli olarak toplumun bir kesimini ortalığa sürmesi, toplumda sadece adalete olan inancı yok etmez; aynı zamanda toplumun geri kalan dürüst kesimlerini ve ahlaken kusursuz olan iyilerini de pençesine alarak bozar.
 
Burada belli ve somut bir linç olayından; yani siyasi, kültürel ve insani gerekçesi olan linç vakalarından bahsetmiyoruz. Hepsine birden, topunun ortak özelliklerinden hareketle mercek tutmaya çalışıyoruz.
 
Toplumun “normal” insanları, “mademki adalet terazisinin ayarı bozulmuştur, o zaman kantarın ayarını yeniden düzeltmek de bizim işimizdir” diyerek harekete geçmektedirler. Bozulan iktidarlar ve kurumlar sadece toplumun adalete olan güvenini yıkıma uğratmazlar, aynı zamanda yapı itibarıyla linççi olmayanları da bozarak kendisine benzetirler. Bir salgın hastalık gibi yukarıdan aşağıya doğru yayılır linç kültürü.
 
Kamplaşan toplumda, mahallede, sokakta ve işyerinde herkes bu hastalığa orasından burasından bulaşarak çürümeye başlar.
 
Siyasi kamplaşma, terör olayları, işkence, devlet şiddeti, tecavüz, çocuk istismarı, öldürme, yaralama, hayvanlara eziyet ve hırsızlık gibi olayları eylemlerinin gerekçesi haline getiren linç uygulayıcıları, muhataplarına sadece fiziki şiddet uygulamazlar aynı zamanda eylemlerine manevi yönden en ağır aşağılamayı da katarak sürdürürler.
 
Linç olayıyla birlikte hedefteki şahıs veya şahısların kimliği bütünüyle hedef alınır.
 
Örneğin şahıs, sokakta çıplak dolaştırılarak, edep yerleri açıkta bırakılarak, herkesin tokat atacağı, tüküreceği veya yumruk sallayacağı mesafede yürütülerek, yani şahıs her an ölümle burun buruna getirilerek ama ölüm süreci uzatılarak bir nevi doğduğuna bin pişman edilir.
 
Siyasi gerekçeyle yaratılan linç ortamları içinde Nazilerinki “kusursuzdur”.
 
Naziler hedef aldıkları Yahudilere çok güçlü müshil ilacı vererek sokaklarda saatlerce dolaştırırlarmış. Şiddetli ishale kapılan Yahudiler en gülünç şekilde “rezil” edilirlermiş. “Rezil etme tutumu”, linçin en önemli araçlarından, unsurlarından biridir.
 
Linç olayında ölüm, en uç noktadadır.
 
Bilim camiası, ölüm noktasına gelmeyen eylemleri de “linç” olarak tanımlamaktadır.
 
Sosyal bilimler, linç sürecini incelerken bir unsuru özellikle vurgular: slogan ve ajitasyon. Linç çoğunlukla “kalem erbabının” işaret fişeğini yakmasıyla başlar. Eğer olay, devlet politikasının yararınaysa, o zaman linç olayı devlet katında bile planlanabilir. En azından “galeyana gelmiş” bir kitle yaratılarak ahalinin önü açılır.
 
Linç olayı başladığı andan itibaren, uygulanan şiddetin yönteminde bir tırmanma baş gösterir. Linçin merkezine her yaklaşan, hale hale şiddetin dozunu artırarak devam ettirir. Bunlar ara sıra aleve benzin dökme işlevini yerine getiren provokatörlerdir.
 
Kim ne kadar ağır ifade kullanırsa, bu, onun çok duyarlı ve bağrının da çok yandığını gösterir! En son 78 yaşında ölen Kürt kökenli bir yurttaşımızın mezarından çıkartılması gibi. Mezarları ayrılan toplulukları, etnik yapıları hiçbir idari-dikiş birleştiremez. Herkes bulunduğu yerde biçimlenerek birbirine düşman olur ve ayrışır.
 
Bu esnada “Vurun şerefsize, vurun kahpeye, daha ne duruyorsunuz!” diye haykıranların sesleri özellikle gür çıkar...
linc arap
Linççilerin amacı, “suçun” saptanması ve cezalandırılması değildir. Çünkü hüküm çoktan verilmiştir. Artık sadece ceza işlemi yerine getirilmelidir.
 
Buna o anda kim karşı çıkabilir ki? Karşı çıkanlar sadece susturulmazlar, bazen onlar da şiddetten nasibini alırlar. Bırakalım “Masumiye Karinesini” hatırlatmayı, genel anlamda hak, hukuk ve yasayı vurgulayanlar bile “suçluyu koruyan”, olay karşısında “ıstırap duymayan”, “empati yapmayan” ve bir yönüyle suça ortak olan gizli destekçilerdir. Gerektiğinde onlar da ortadan kaldırılmalıdır. Dava avukatlarına saldırılmasının sebebi de bu anlayıştır.
 
Onlara göre hukuk “iyi” işlememekte, suçlu layığınca cezalandırılmamaktadır.
 
Hatta o kişiler, “normal hukuku” bile hak etmeyecek derecede aşağılık şahıslardır, en iyi ihtimalle insan bile olmayan mahluklardır. Onlara göre şahıs, insanca bir muameleyi hak etmemektedir.
 
LİNÇİN TERİMİNİN KAYNAĞI
 
Linç, modern bir sözcüktür.
 
Ansiklopediler terimin, Amerikan iç savaşından sonra ırkçı Ku Klux Klan gruplarının, siyahlara uyguladığı şiddetten sonra ortaya çıktığını belirtiyorlar.
 klu k k
Dolayısıyla linç olayı, kitlesel açıdan kabul gören, hatta toplumun belli bir kesiminde meşruiyeti sorgulanmayan bir pratik olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle linç sözcüğünün yanı sıra bir de Almancadan gelen “selbsjustiz”, yani herkesin hukuku kendi eline aldığı bir “linç hukuku” ortaya çıkar.
 
Kavramın, üçü yargıç olan dört tarihsel şahıstan kaynaklandığı düşünülmektedir.
 
- 15. yüzyılda İrlanda’nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunu mahkum ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch...
 
- 16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina’da olağanüstü sertliğiyle ünlenmiş bir yargıç olan John Lynch...
 
- 18. yüzyılda Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere’ye sadık kalan “düşmanları” gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandıran yargıç Charles Lynch...
 
- 19. yüzyıl başlarında Pittsylvania kentinde, bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen William Lynch... Kendisi yargıç değildir.
lynchjustiz 
 
LİNÇİN DİYALEKTİĞİ
 
Linç, kalabalıkların az olanları zorbaca çiğnemesidir –bazen de tek bir şahsı.
 
Linç, korumasız, çaresiz durumdakine saldırmaktır. Köşeye kıstırılmış, kuşatılmış olana çullanmaktır... Yerdekine bir tekme savurmaktır...
 
Bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın koynuna sığınarak, “anonim” bir cürmün gölgesine saklanarak eylemini gerçekleştirmektir...
 
Kökleri tarihin derinlerine kadar giden linç kültürü, kalabalıkların başıbozuk hareketleridir. Sosyal bilimcilerin de çok önem verdikleri bir konudur bu. Kalabalığın koynuna sığınmış, “anonimleşmiş” eylemcinin ruh hali, kitle içindeki psikoloji biliminin en önemli araştırma alanıdır.
 
Bu araştırmanın, daha doğrusu merakın kökeni çok eskilere kadar gider. Antikçağdan bu yana düşünürler, bireylerin ve kalabalıkların eylem (siyasi de olabilir) esnasındaki bilinçlerini araştırıp durmuşlardır (Bkz. Erwin Rohde, Psyche, Kröner Verlag).
 
19. yüzyılda bu işin piri Gustave Le Bon’dur. Psychologie des foules (Kitlelerin Ruh Hali) bu alanda bir klasiktir. Sonra onu Sigmund Freud (Massenpsychologie und Ich-Analyse) ve Wilhelm Reich (Die Massenpsychologie des Faschismus) takip eder.
 
Dikkat edilirse şu ana kadar linçten bahsederken “kalabalıklar”, “kitleler”, “topluluk” ve “ahali” terimlerini kullandık. Lümpenler, ipini koparmışlar ve hatta güruh bile demedik ki bu çok kullanılır. Ancak bu terimlerin hepsi yanıltıcıdır, çünkü gerçekliği tam olarak ifade etmezler.
 
Linçi, toplum katında saygın, okumuş yazmış, işinde gücünde olan, günlük yaşamlarında düzgün, “kusuru olmayan” mazbut insanlar uygular.
 
Ama...
 
Linç olayı, bütün katılımcıların kişiliklerinde ve karakter yapılarında diyalektik süreçte derin bir tahribata neden olur.
 
Linç vakası kitleleri, toplumun saygın bireylerini eylem sürecinde lümpenleştirir, onları güruh haline getirir.
 
Linç anı, örgütlü toplumun en çok çözülmeye uğradığı ve dağıldığı andır. Linç topluluğu, güruh haline gelmiş topluluktur.
 
Linç kültürü, güruh kültürüdür.
 
Güruh olunduğu için linçe başvurulmaz, linçe başvurulduğu için güruh haline gelinir. En çok gözden kaçırılan olgu budur, ne yazık ki.
 
Linçle birlikte birey de yok olur. Bireyin aşağılanması ve baskı altına alınması iki açıdan etkisini gösterir: Hedef kitle içindeki insanlar/bireyler baskı altına alınarak, korkutularak, aşağılanarak, rezil rüsva edilerek kişiliksizleştirilirler.
 
Ama aynı zamanda linçi uygulayan birey de süreç içinde baskıya teslim olarak, özgür iradesini ve bilincini kaybederek, bir bakıma sürüleşerek aşağılanmış ve kişiliksizleştirilmiş olur.
linc 15 tem
 
Linç fenomeni, insanlık ve uygarlık değerlerinin eylem içinde tüketildiği momenttir.
 
Birey; düşünsel, ahlaki ve karakter olarak dönüşüme uğratılır.
 
Linç sürecine katılmış her bir birey, artık birey olmaktan çıkarak güruhun bir parçası haline gelir. Esasen linç olayının kendisi, saygın toplumları çürüterek güruh haline getirir. Hem yapanlar hem de muhatap olanlar kamplaşma sürecinde insan olmaktan çıkarılır.
 
Linçin insanı dehşete düşüren, düşürmesi gereken esas yanı budur.
 
İnsan topluluklarının güruh haline gelmesi sürek avıyla başlar. Şahsın veya hedef kitlenin izi sürülür, ortalığa sürülecek yeni malzemeler bulunur, yeni taktikler ve stratejiler belirlenir. Ortalığa silahlı adamlar ve köpekler salınır.
 
Bir siyasi kamplaşmayla, bir insanın öldürülmesiyle, tecavüz vakasıyla; bir çocuğun istismar edilmesiyle, hayvanların eziyete uğratılmasıyla başlayan sürek avında herkes barbarlaşır. İnsan onuruna olan saygı tamamen yitirilir.
 
İnsan onurunu ayaklar altına alanların kendi onurları da yerlerde sürünür.
 
Linç fenomeni hedefteki şahsı değil, en çok uygulayanların kendilerini vurur. Birey ve bireyde simgeleşen özgür irade, yaratıcılık, vicdanlı davranış ve eleştirel akıl bütünüyle yok olur gider. Bu aynı zamanda, bireyin sorumluluk bilincinin aşınmasına ve sonra da bütünüyle yok olmasına neden olur.
 
Güruh haline gelirken aşamalardan geçilir. Birey, linçle birlikte şahsi kimliğini de kaybeder; sorumluluk bilincinden uzaklaşır, duygularının ve sürü psikolojisinin esiri haline gelir.
linc 15 tem 2 
SOSYAL MEDYADA LİNÇ OLGUSU
 
Linçe katılan zavallılaşmış vicdanın yerini, bu kez her şeyi kabul etmeye hazır ezik bireylerin kompleksleri alır.
 
Türkiye’de her gün yeni bir linç olayıyla karşı karşıyayız.
 
Bunun bir de henüz sosyal bilimler tarafından etraflıca incelenmemiş olan sosyal medya ayağı vardır.
 
linc karikatur 
Sosyal medyanın öne çıkmasıyla birlikte artık fiilen yapılamayan linç girişimleri sosyal medya üzerinden yürütülmektedir. En tehlikeli linç alanlarından biri de kuşkusuz bu alandır. Çünkü bu alanda aktif olan linçci kitle, daha “anonimdir”, daha sinsidir ve daha az sorumluluk sahibidir. Dolayısıyla daha az hesap vermek durumundadır.
 
Sosyal medyada yürütülen linç girişimleri de yukarıda bahsettiğimiz gibi bir işaret fişeğiyle başlatılmaktadır. Doğal olarak bu türden girişimlerin başını çekenlerin ellerinde benzin bidonları, taş ve sopa olmaz; ancak sosyal medyada harekete geçirebilecekleri binlerce takipçileri vardır. Herkesin lanetlediği ve açık olan linç girişimleri artık sosyal medyada örgütlenmektedir.
 
Eşek arılarının bir et parçasına üşüşmesi gibi bir olaya üşüşür, işi bitirdikten sonra da yeni bir olayda buluşmak için dağılırlar.
 
Sosyal medya aktivistleri, çoğunlukla linç girişimiyle duyarlılık bilincini karıştırmaktadırlar. Duyarlılık bilinci yerinde bir davranıştır; doğru bir eylemdir, ancak geçilmemesi gereken eşikler geçildiği anda, yani hedef alınan kitlenin, şahsın doğrudan bedeni, kişiliği, mesleği, toplumsal kökeni, dini, çalıştığı iş yeri, ailesi ve toplumsal konumu hedef alındığı anda bu eylem, bir linç girişimine dönüşür. Bu nedenle de sosyal medyada yürütülen linç girişimleri, fiili linç girişimlerinden daha tehlikelidir, çünkü anonimleşen kitleler daha kolay provoke edilebilmektedir.
barbaros sansala saldiri 
Sosyal medya alanı, linç kültürünün çok hızlı yayılabildiği kurumuş bir bozkır gibidir. Bu yüzden de çok tehlikelidir. Çünkü kısa bir süre sonra o ateş herkesi yakabilecek bir boyuta ulaşır.
 
Yakanın kendisi, hep başkasının yanacağı varsayımından hareket eder, ancak bu çok yanıltıcıdır. Bir süre sonra bu ateş onun da paçasından yakalayacaktır.
 
Linç kültürü aynı zamanda ödleklik kültürüdür. Güçsüzü ezme ve güçlünün yanında olma güdüsünün en vahşi ifadesidir.
sosyal medyada linc 2 
Tarihin en vahşi linç olaylarından biri de 5. yüzyılda İskenderiye’de sinsice uygulanmıştır. İskenderiyeli matematikçi, gökbilimci ve filozof Hypatia (Hipatiya), bir kışkırtma sonucu 415 yılında vahşice katledilmiştir.
hypatia 2

Onun dramatik hikayesi ise gelecek haftaya...

 
Sadık Usta
 
Odatv.com
 
 sadik usta

 

 

 

Kaynak:
 

Ayaş Domatesi Korkusu- Mehmet Ali KILINÇ

$
0
0
Ayaş Domatesi Korkusu- Mehmet Ali KILINÇ

m ali vefat

14 Mart 2014 Günü Kaybettiğimiz Emekli Asb. Usta Kalem Mehmet Ali KILINÇ'ı rahmetle anıyoruz.

Benzer bir durumu yıllar önce gittiğim Hollanda’da gözlemiştim. Dümdüz yeşil ova üzerinde yan yana iki tesis; biri gübre kokuları yükselen inek ve at ahırı, diğeri uzaya gönderilecek haberleşme uydusu üreten elektronik sistemler fabrikası kompleksi. Hollanda’da gözlediğim bu durum sistemliliğin olumlu bir sonucuyken, bu gün yaşadığım Antalya’da gözlediğim benzer durum ise bir sistemsizliğin göstergesi. Antalya’da yürüdüğünüz kimi caddelerin bir yanında son derece lüks rezidanslar sıralanmışken, tarım bölgesi olması nedeniyle haklı olarak imar geçmemiş diğer kaldırımında ise, önünde domates, patlıcan, hıyar seraları, portakal limon bahçeleri bulunan, briketten yapılmış köy evlerinin sıralandığını görebilirsiniz.

Ben üç dört yaşındayken bile patlıcan fidesiyle domates fidesini ayırabilecek bir ortamda yetiştim. Bu konularda biraz alt yapım var. “Rezidans” kelimesiyle ilgili olarak ise,  lüks konut anlamına geldiğinden öte bir şey biliyorum desem yalan olur. Bunun yanında, bu lüks konutların hemen yanında başlayan bu sebze seralarının ve portakal bahçelerinin aralarından geçen, daracık yollarda zaman zaman dolaştıkça çok şey öğrendim. Örneğin; dükkânların camlarına eğik bükük el yazısıyla yazılmış levhalarda okuduğum, ilk okuduğumda bana “davul tozu” esprisini çağrıştıran, “Gölge tozu satılır” yazısındaki gölge tozunun bir şaka değil, seracılıkta kullanılan gerçek bir malzeme olduğunu öğrendim. Yol kenarındaki elektrik direklerine takılı küçük reklam tabelalarında yazan “domateste en iyi verim,  Misket F1, Argy F1, Aristo F1, Bandita F1, Carmen F1…”, “En iyi patlıcan Tascon F1, Faselis F1…”, “En kârlı hıyar, Kanuni F1, Choreme F1, Murat F1…” benzeri ibarelerin, domates, patlıcan, hıyar türlerine ait tohum isimleri olduğunu öğrendim. Bu bahçe arasındaki yollarda gezmem sayesinde kelimelerin hepsinin sonlarında yer alan “F1” işaretinin ne anlama geldiğini bile öğrendim.

Madem öğrendim, öğrenebildiğim kadarıyla bu “F1” ibaresinin ne ifade ettiğini, ben de sizlere satacağım. Diyelim ki elimizde beş ayrı domates türü var. Birincisi ince kabuklu, lezzetli ama meyvesi uzun süre dayanmıyor. İkincisinin şekli çok düzgün, sert kabuklu, dayanma süresi uzun,  ama lezzetsiz. Üçüncüsü çok verimli ama şekli düzgün değil, rengi de gösterişsiz. Dördüncü tür domatesimizin rengi çok canlı ama verimi çok düşük ve boyutları çok küçük. Beşincisinin ise verimi düşük, rengi çok gösterişsiz, lezzetsiz, meyvesinin şekli yamru yumru, ama bitkisi hastalıklara çok dayanıklı. Bizim ise ince kabuklu, lezzetli, şekli düzgün, rengi göz alıcı, bitkisi hastalıklara dayanıklı, Antalya’da dalından koparılıp,  Tırlarla Ukrayna’daki tüketicisinin sofrasına gidinceye kadar beş altı gün dayanabilecek özellikte bir domates türüne ihtiyacımız var. İşte her biri bir yönüyle olumlu olan bu beş ayrı domates türü bir birleriyle çaprazlama dölleme yapılarak, bütün olumlu özellikleri üzerinde toplayan domates türünün tohumu elde edilmeye çalışıyor ve bu çalışmalar sonucu tüm olumlu özelliklerin olabildiğince üzerinde toplandığı tohuma bir isim verilip, sonuna da olabileceklerin en iyisi anlamına F1 ibaresi ekleniyor. Üretilecek tohumların Türkiye, Hollanda, Kuzey Afrika Ülkeleri, Hindistan gibi dünyanın çeşitli coğrafyalarında, deneme üretimi yapan seralarda test edilip, sonucun görülmesi dâhil, bir F1 tohumun elde edilip satışa sunulması için on yılı aşkın bir çalışma zamanına ihtiyaç varmış. Bu, bugün satışta bulunan bir F1 tohumun üretim çalışmalarına aslında on yıl önce başlanmış demek oluyor. Bu bilgilerden sonra ayrıca; günümüzde tohumculuk sektörün çok paralar dönen, uluslararası büyük şirketlerin kontrolünde olan, tekelleşmenin yaygın olduğu, bizim gibi ülkeler için tohum sektörünün ekonomik bir sömürülme yolu haline geldiğini eklemeliyim.

Bu çalışmalar sonucu elde edilen, gramı altının gramından daha pahalı olan, yapılan çalışmalar sonucu tohumun toprakla buluşmasından itibaren, bu bitkinin nasıl bir gelişim süreci izleyeceği, hangi dalda hangi yaprağın açacağı bilgileri, bitkiye ait bütün özellikler, bir bilgisayar yazılımı şeklinde küçücük tohumcukta kodlanmış halde adeta yazılmış olan bu tohumlar için sıra gelmiştir paketlemeye. Paketin üzerine elektrikli ev aletlerinin kullanma kılavuzlarında olduğu gibi, paketlerinin üzerine bitkinin niteliklerinin, ekim için gereksinim duyulan toprağın özelliklerinin, bu sebze tohumunun hangi aylarda ekilmesinin uygun olduğundan tutun da, toplam kaç kilo meyve vereceğine, meyvelerin kaç salkımdan oluşacağına, meyvelerin her birinin kaç gram geleceğine dair bilgilerin yazılmasına. Öyle ki bu bilgiler aynı zamanda bu tohum için,  paketin üzerinde yazılı nitelik ve nicelikler gerçekleşmediği durumda bir tür taahhüt, garanti belgesi de olmuş oluyor.

Bu tohumları alıp eken tarım üreticisini bağımlı kılmak için ekonomik nedenlerle bilerek isteyerek özellikle böyle yapılıyor da olabilir. Bütün olumlu özellikler üzerinde toplanan bu F1 tohumların böyle güzel yönleri yanında, çok büyük olumsuz bir tarafı var. Bu F1 tohumundan üretilecek meyvelerden alınacak tohumlar, atın ve eşeğin özelliklerini üzerinde toplayan katırın zürriyetsiz olmaması örneği, dölsüzdürler. Bu nedenle F1 özelliğine sahip bitkinin meyvelerinden elde edilecek tohumlar üretimde kullanılmazlar. Yani üretici ertesi yıl, gramı altından daha pahalı olan, genellikle yabancı bir firmanın ürettiği sebze tohumlarından tekrar almak zorundadır.

Bazen de bu olumlu özelliklerin tamamına yakını elde edilen F1 tohumunun üzerinde toplanıyor fakat niteliklerin bir tanesi yeterince aktarılamayıp, eksik kalabiliyor. Zaman zaman pazarlarda sizler de mutlaka karşılaşmışsınızdır; dayanaklı, rengi albenisi yerinde, şekli çok düzgün ve dolgun, ancak ısırıp ağzında çiğnediğinizde, silikon çubuğu çiğniyormuş hissi veren domateslere rastlamışsınızdır. Tıpkı son yıllarda pazarlarda satılan çok güzel görünümlü saman tadında ve keçe kıvamındaki alyanak cinsi kayısılar gibi.

Bir domates içerisinde bitkinin tüm gelişme programı bir bilgisayar yazılım programı gibi kayıtlı olan bir tohumdan üretildiği gibi, bazı bitki ve ağaçlarda aşılama yöntemi olarak bilinen geleneksel bir üretim yöntemi daha vardır. Bir ağacın yaprağının sapının dibinde bulunan, “göz” diye adlandırılan tomurcukta da, tıpkı tohumda olduğu gibi, bu bitkinin nasıl bir gelişim süreci izleyeceği, hangi dalda hangi yaprağın açacağı, hangi dalın ucunda çiçek açacağı gibi programlar ve bu bitkiye ait bütün nitelikler, bir bilgisayar yazılımı şeklinde kodludur. Örneğin deveci armudu ağacının tomurcuğu, göz aşısı yöntemiyle ahlat ağacına uygun şekil ve şartlarda aktarıldığında, ahlat ağacı birkaç yıl sonra, yapıştırılan tomurcukta kodlu olan yazılımın gereği deveci armudu ağacına dönüşür. Bu ağaç deveci armudu vermeye başlar.

Bilindiği üzere günümüzde her katarın önüne lokomotif olarak para takılmaktadır. Kapitalizmin her alanda dünyayı kendisine bağımlı kılmak için, her türlü oyuna başvurmaktan kaçınmamakta, her türlü sömürüyü vazgeçilmez bir silah olarak kullanmaktadır. Anlatmaya çalıştığımız konuyla ilgili olarak diyebiliriz ki; verimi belki biraz daha az olan ama domates ise domates tadında, kayısı ise kayısı lezzetinde olduğu, az bakım isteyen, nerdeyse kendi kendine yetişen yerli sebze ve meyve türleri, zamanında akıllı davranılıp gerekli önlem alınmadığı, yabancı tohumlarla çok verim alacaksınız kandırmacalarına inanıldığı ve beklendiği için yok oldu. Yerli türler yok olduktan sonra bir de bakıldı ki, ülkede ithal yabancı tohumsuz, ilaçsız, gübresiz tarım yapılamaz hale geldi. Sebzecilikle uğraşanlar üretim yapabilmek için, her yıl yabancı tohumlara bir ton para verir ve bu ithal tohumlara bağımlı hale geldiler.

Yaşları kırkın üzerinde olanların ağzından, “Eskiden domates yılın on iki ayı yenmez, domates yemek için mevsiminin gelmesi beklenirdi. Ama domates de domates lezzetinde ve kokusunda olurdu. Eskinin elmalarının kokusunu da yüz metre uzaktan alırdınız. Nerede o eski yerli domateslerimiz, kayısılarımız elmalarımız” benzeri sözleri duymayanınız yoktur. Hiç tatmadım, nasıl bir görüntüsü olduğunu da bilmiyorum ama okuduğum haberlere göre Ankara bölgemizde yetiştirilen, ince kabuk, mayhoş, eşsiz lezzette “Ayaş Domatesi” adıyla ünlenen, böyle konuşmaları hak eden yerli bir domates türü varmış. Anlattığımız nedenlerle bu domates türünün nesli tükenmiş, sömürü düzenin de etkisiyle zamanla tohumu kaybolmuş. O bölgede ve tüm ülkede Ayaş Domatesi’ne rastlanılmaz olmuş. Olacak bu ya; meraklı bir yurttaş, bu türün tohumunu bulmak, ölen Ayaş Domatesi’ni tekrar diriltmek için inat etmiş. Köy köy dolaşarak bu domatesin tohumunu aramış. Tam bulmaktan umudunu kesme durumuna geldiği bir anda, tesadüf eseri,  en akla gelmeyecek bir yerde, Ayaş’ın köylerinin birinde, on yıllık evli bir kadının gelinlik çeyiz sandığına, yıllar önce gelin olurken annesi tarafından saklanan bir tutam Ayaş Domatesi tohumu bulmuş. Buluş o buluş; otomobil sektöründe çalışan bu yurttaş, bu işini bırakıp domates yetiştiriciliğine başlamış. Üstelik Ayaş yöresiyle de yetinmemiş, iki yıl gibi kısa bir süre içinde Edirne’den Adana’ya kadar Ayaş Domatesi’nin ekilip tekrar yaygınlaşmasını sağlamış. İnternette konu ile ilgili en son haberde, yıllık Ayaş Domatesi tohumu üretiminin, toplam elli kiloyu aştığı anlatılıyordu.

Buraya kadar anlattıklarım, ülkemizde yaşayan herkesin, ucundan kıyısından da olsa, bir şekilde duymuş olabileceği, yabancı olmadığı konular olabilir.  Tam burada, salata yapmak üzere Ayaş Domateslerini şimdilik bir kenara koyup, ülkemizde son yıllarda olup bitenlere ait birkaç fotoğrafa göz atalım.

Ünlü Gazeteci Uğur Dündar 19 Mayıs 2012 tarihinde köşesinde yazıyor. Mevcut iktidarın milli eğitim bakanı, yine bu iktidarın bir önceki görevli bakanı tarafından atanmış olan, bakanlığa bağlı 37 genel müdür ve daire başkanlığının sayısını 17 genel müdürlüğe indirmiş. Sonra hepsini görevden alıp yerlerine yenilerini atamış. Yeni atanan kişilerin daha önce milli eğitim bakanlığı bünyesinde bir gün dahi deneyimleri olmadığı gibi kariyerlerinin eğitimle uzaktan yakından ilgisi yokmuş. Bu kişilerin branşları, hukuk, işletme, iktisatmış. Ortak özellikleri sadece parti militanı olmalarıymış.

Atatürk’ün doğum günüm dediği 19 Mayıs’ta ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı günü ulus olarak izledik. Halkın kutlama törenlerine katılımını engellemek için Atatürk anıtları polis kordonu altına aldırıldı. Ayrıca eğitim ile ilgili yasalardan “Atatürk İlke ve İnkılâpları” ibaresi teker teker çıkarıldı. Ant içme metinlerinden Atatürk adı silindi.

Bir spor kulübünün yöneticisi diyerek geçiştirmeyelim; ismiyle cismiyle yazalım. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım üzerine bir operasyon düzenlenip, Temmuz 2011’de, ülkenin bütün gazete ve televizyonlarının, devletin futbol üzerine bu konu ilgili makamlarının, bu kişiyi neredeyse son on yılda futbolda şaibeli olabilecek bütün maçlarda şike yaptığı şeklinde peşinen suçlayarak gözaltına alınmasını sağladılar. Yargılama bitmeden,  aradan sadece on ay geçtikten sonra, aynı gazete televizyonlar ve hatta devletin futbol işlerine bakan kuruluşu dâhil, anılan şahısın şikeyle ilgisinin yok olduğunu söylediler. Burada aklınıza futbol maçlarında yapılan şikeden öte şeyler gelmiyor mu?

Silivri’de tutuklu Soner Yalçın son kitabı Samizdat’ın bir yerinde şunları yazıyor.

“Paul Wolfowitz ne diyordu: ‘11 Eylül, bize kesin bilginin lüks olduğunu, bize gereken adil bir davadan çok savaşa yakın olmayı göstermiştir.’ Bu paranoyak yorum işte yeni hukuk anlayışını doğurdu.11 Eylül saldırısından sonra ABD'den ( Yurtsever Yasaları ) İngiltere'de ( Anti-Terörizm Yasaları) değiştirildi. Bunun adı düşman ceza hukukuydu. Teorisyeni İngiliz filozof Thomas Hobbes'dir. Bu yeni teoride ceza suçun karşılığı değildir. Yani yurttaş ceza hukuku yok, düşman ceza hukuku vardır. Bu cezanın amacı müstakbel eylemlerin önlenmesidir; yani suç işlenmeden; fiil yokken ceza verilebilir.

Şüphe, kanıtın yerini almıştır. En temel hukuk kuralı ; ‘kuşkuya dayanılarak insan tutuklamak gayri insanidir.’  Bu anlayış rafa kaldırıldı artık. Evet devletin o kutsal otoritesi için kişisel ve toplumsal özgürlükler yok ediliyordu. Amaç halk için yasa yapılmıyor, yasaya uygun halk oluşturuluyordu.  Ülkemizde bugün yeni bir hukuk anlayışı var! Bu hukuk anlayışını ABD yarattı: ‘muhtemel tehdit’; yani gerçekte oluşması ihtimali olan bir suç kavramı yarattılar”.

Sonuç olarak bu Türkiye fotoğraflarını kısaca yorumlayacak olursak; içinde bulunduğumuz dönem, ülke sorunlarının çözülmesi, bu ülkenin insanlarının daha insanca yaşaması, ülke denilen geminin daha sakin limanlara hasarsız ulaştırılabilmesi için gemi kaptanın uygun manevra komutlarını verdiği bir dönem asla değil. Bu dönem birilerinin kutsal otoritesi için özgürlüklerin rafa kaldırıldığı, halkın ihtiyaçları için yasa yapılmadığı, yasaya uygun halk yaratılmaya çalışıldığı bir dönem. Bu dönem dış sömürü güçler ile emrindeki talancı, uşak ruhlu aşağılık iç ortaklarının beraber çalışarak, yazılımında ülke zenginliklerinin yağmalanmasına itiraz edebilecek, aynı bir sebze tohumunda o bitkinin tüm özelliklerinin kodlarının yazılı olduğu gibi emperyalizmin tekerine çomak sokabilecek kodlar bulunduğuna inandıkları kişi, kurum ve fikirlerin ezilip yok edilmeye çalışıldığı bir dönem. Lütfen ülkemizde olup bitenlere, ülkenin tüm gazete ve televizyonların tamamına yakınının satın alınıp veya korkutularak susturulmasına, sapıklıktan, ahlaksızlıktan, mahkûm hükümlülerin arasından üretilmiş gizli tanıkların ifadelerine dayanılarak, üretilmiş düzmece delillere dayanılarak açılan davalarda, emeklisinden muvazzafına askerlerin, gazetecilerin, spor kulübü yöneticilerinin, tutuklanmalarına, yayınlanmamış kitapların yakılmasına bir de bu gözle bakın.

Çıkarlarına ve erişmek istedikleri amaçlarına karşı potansiyel tehlikeli kodlar taşıdığına inandıkları olarak gördükleri kişi, kurum, milli bayram ve fikirleri ezip yok etmek için, ne kadar gayret harcarlarsa harcasınlar, emperyalizme karşı dişe diş mücadele ederek Lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Atatürk’ün adını kayıtlardan yok etmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, Asr-ı Saadet yalanlarıyla ne kadar çok kişi kandırırlarsa kandırsınlar, başaramayacaklar. Kişileri sindirdiniz, kurumları yok ettiniz, basını tümden satın alıp susturdunuz, çıkarlarınıza çomak sokma çağrışımı yaptırabilecek isimleri sildiniz, bayramları yasakladınız. Peki, Kocatepe’yi Sakarya’yı yok etmeye, şehit kanıyla yıkanmış coğrafyayı değiştirmeye, tüm türküleri, semahları, örneğin Köroğlu’nu unutturmaya gücünüz yetecek mi?

Medeniyetlerin beşiği bu coğrafya asırlardır çok zalimler çok işbirlikçiler görmüştür. Her şey bitti, kurtuluş mümkün değil denildiği, en umutsuz anlarda bile, çıkış yolunu bulmuştur. Fazla uzak olmayan çok yakın zamanda kurtuluş yolu yine bulunacaktır. Tıpkı çeyiz sandığında bulunan, üzerinde “Ayaş Domatesi” nin özellikleri kodlu bir tutam tohumdan, silindi yok edildi unutuldu sanılan “Ayaş Domatesi” nin sadece iki yıl içinde Türkiye çapında diriltilmesi gibi. Aynen iki milimetrelik mandalina ağacı tomurcuğunun uygun şekilde uygun zamanda kabuğuyla beraber turunç ağacına nakledildiğinde, iki yıl içinde turunç ağacının mandalina ağacına dönüşüp mandalina meyveleri vermeye başlaması gibi. Bu kodlar bir Anadolu ozanın şiirinde, asırlardır söylenen bir türkünün sözlerinde, bir mezar taşına kazınmış özdeyişinde bile gizlenmiş olabilir. Korkunuz, korkunuz! Korkmakta haklısınız. Çünkü haklı olan biziz. Ayrıca korkunun ecele faydası da yoktur.

Mehmet Ali KILINÇ

Kasım 2012 - Antalya

Viewing all 47 articles
Browse latest View live